Eski Başkanların Konuşmaları
Eski Başkanların Konuşmaları
25/04/2005
Sayın Cumhurbaşkanım,
Değerli Konuklar,
Anayasa Mahkemesi, kurulduğu 1962 yılından bugüne kadar geçen süreçte, Anayasa'nın Başlangıç bölümünde öngörüldüğü gibi, hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği, laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı, her Türk vatandaşının Anayasa'da yer alan temel hak ve özgürlüklerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak, milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir yaşam sürdürme, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisinde olduğunun bilinci içinde özveri ile görevini yerine getirmiş ve böylece toplumdaki saygın yerini almıştır. Bu görev anlayışına sahip olan Anayasa Mahkemesi'nin 43. Kuruluş Yıldönümü Kutlama Törenine teşriflerinizden dolayı size ve tüm konuklarımıza şükranlarımı sunuyorum.
2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunu'nun 58. ve Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 41. maddelerine göre, her yıl Nisan ayının (25)'i Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluş günüdür ve törenlerle kutlanır, seminerler ve konferanslar tertiplenir. Yıllardır uygulanan geleneğe göre de, Anayasa Mahkemesinin Kuruluş Yıldönümlerinde Başkanları tarafından açış konuşması yapılır ve bu konuşmada yer alacak konu ve içeriklerinin belirlenmesi Mahkeme Başkanlarının inisiyatifindedir. Başkanlar konuşmalarını hazırlarken veya hazırladıktan sonra Kurul'un onayını almazlar veya bilgisine sunmazlar. Hatta, Mahkeme üyeleri de açış konuşmasının içeriğini merasim öncesi dağıtılan metinden öğrenirler.
Bu nedenle 2001, 2002, 2003 ve 2004 yıllarında yaptığım konuşmalarda olduğu gibi, bu konuşmamdaki değerleme ve açıklamalar, benim kişisel görüşlerimdir. Ancak hiç kuşku yoktur ki, konuşmalar hazırlanırken, diğer yüksek yargı kuruluşları yanında, özellikle Anayasa Mahkemesinin değindiğim konulara ilişkin kararları göz önünde tutulmuştur.
Bu yıl Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla yapacağım beşinci konuşmamda, her yıl 6 Eylüllerde Yargıtay Başkanları ile Türkiye Barolar Birliği Başkanlarının, 10 Mayıs'larda Danıştay Başkanları ile yine Türkiye Barolar Birliği Başkanlarının, 25 Nisan'larda da Anayasa Mahkemesi Başkanlarının defaetle değindikleri yargının genel sorunlarına değinmeyeceğim. Çünkü, geçen yıl yaptığım konuşmada belirttiğim gibi, bu yargısal sorunlara, hemen hemen tüm yüksek yargı Başkanlarınca, yıllarca değinildiği halde, bugüne kadar geçen süreçte iktidarlar tarafından ciddi çözümler getirilememiştir. Otuz dokuz yıllık meslek hayatımda, Danıştay tetkik hakimliği, savcılığı, üyeliği, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu asıl üyeliği, Anayasa Mahkemesi Üyeliği, Uyuşmazlık Mahkemesi Başkan Yardımcılığı ve Başkanlığı, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış bir yargıç olarak, iktidar olan tüm siyasal partilerin, yargının birikmiş sorunlarının çözümünde yeterli ilgi ve başarıyı göstermediklerini müşahede ettim. Ne yazık ki yargının sorunları, giderek daha da ağırlaşan biçimde devam etmektedir. Üzülerek söylüyorum, tüm iktidarlar, süratli ve etkin biçimde faaliyet gösteren yargı yerine, ağır ve hantal çalışan, uyuşmazlıkları yıllar sonra karara bağlayan mahkemeleri yeğlemişlerdir. Bir başka üzücü nokta da yargıya ve sorunlarına kamuoyunun gösterdiği ilgisizlik olmuştur.
Türkiye'de insanlar, taraf olarak mahkemelere başvurdukları zaman ancak yargının sorunları olduğunu fark etmişler, yargısal sürecin ağır işlemesinden yakınmışlardır. Buna rağmen birçok nedenle pek çok kez gittikleri mahkemelerin fiziki yetersizliğinden rahatsızlık duymamışlar, yürütmenin temsilcisi olan kaymakam ve vali'nin makamında gördükleri fiziki imkanları, aynı binanın zemin veya bodrum katlarında görev yapan hakim ve savcı odalarında aramamışlardır.
Ancak, geçen yıl hizmete açılan İzmir, Denizli, Rize ve Afyon adliye binaları ile hemen hemen tüm adli ve idari yargı hakimlerine verilen diz üstü bilgisayarlar bu konudaki olumlu gelişmelerdir. Ayrıca, yıllardır genel bütçeden Adalet Bakanlığı'na ayrılan % 08'lerin altındaki payların 2005 yılı için % 1'lerin üzerine çıkartılmış olması da geleceğe ilişkin karamsarlığımızı kısmen azaltmaktadır.
ANAYASA MAHKEMESİNİN YENİDEN OLUŞUMU
1961 Anayasası döneminde kurulan ve o tarihlerde (15) asıl ve (5) yedek üyeden oluşan Anayasa Mahkemesi'nin üye adedi, 1982 Anayasa'sının 146. maddesiyle getirilen düzenleme sonucu, (11) asıl ve (4) yedek olmak üzere (15)'e indirilmiştir.
Anayasa Mahkemelerinin önemi, temel hak ve özgürlükleri korumadaki etkin faaliyetleri nedeniyle Dünyada ve Türkiye'de giderek daha da artmış, yerel mahkemelerde görülmekte olan davalarda taraflar, bakılmakta olan davalarında uygulanan yasa kurallarından Anayasa'ya aykırı gördüklerinin iptalini sağlamak amacıyla Anayasa'ya aykırılık savında bulunmuşlar, davaya bakan yargıçlar da bu savları ciddi görüp, Anayasa Mahkemesi'ne sıkça başvurma eğilimine girmişlerdir. İtiraz yoluyla yapılan başvurulardaki bu artış yanında, özellikle son yıllarda, Avrupa Biriliğine giriş süreci nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisince birçok yasada değişiklik yapılmıştır. Bu hızlı çalışmalar nedeniyle, çoğu kez yasalaşma evresi öncesinde yeterli hazırlık yapılamamış, iktidarın Muhalefet partisiyle gerekli uzlaşmayı sağlayamaması nedeniyle de, kabul edilen yasaların iptali için Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi'ne pek çok başvuruda bulunulmuş, hemen hemen bu başvuruların tamamında iptali istenen kuralların aynı zamanda yürürlüklerinin de durdurulması istenilmiştir. Ana Muhalefet Partisinin dışında Cumhurbaşkanı tarafından da birçok yasa kurallarının iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle başvuruda bulunulmuştur.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi'nin kurulduğu 25 Nisan 1962'den 2004 yılına kadar geçen süreç içinde, Yüce Divan sıfatıyla (7) adet davaya bakılmış iken, 2004 yılında (5) adet dava açılmıştır. Başka bir anlatımla, 42 yılda Yüce Divan sıfatıyla (7) davaya bakılmasına karşın, son bir yıl içinde açılan dava adedi (5) olmuştur. Açılan davaların çok geniş kapsamlı oldukları, bakanların bakanlıkları döneminde yaptıkları belirli nitelikteki işlerin tümünden yargılandıkları hatırlanacak olursa, önümüzdeki mesainin büyük bir bölümünü bu işlerin alacağını, Anayasa Mahkemesi'nin; olağan işlerinden olan kanun, kanun hükmünde kararname ve TBMM İçtüzüğü'nün denetlenmesi ile siyasi partilere ilişkin başvuruların karara bağlanmasına yeterli zamanın ayıramayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye'de davaların sonuçlanmasının çoğu kez çok uzun süreler aldığı, başka bir söylemle giderek yargılama sürecinde artış görüldüğü bilinmektedir. Oysa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, makul süre içinde davaların sonuçlandırılmamasını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinde yer alan "adil yargılanma hakkı"nın ihlali olarak görmüş ve birçok ülke için bu nedenle ihlal kararları vermiştir.
Anayasa Mahkemesi'ne de hızla artan oranda yapılan başvurular nedeniyle, davaların sonuçlandırılması birden çok yıllara yayılmıştır. Gelecekte daha da uzun yıllara sarkacak olan bu yargılama sürecinin kısaltılması için, Anayasa Mahkemesi'nin birden çok kurul biçiminde çalışmasını sağlayacak yeni bir oluşuma gitmek zarureti hasıl olmuştur. Mahkemenin yeniden oluşumunu da içeren Anayasa değişikliği çalışmaları yapılırken, Anayasa Mahkemesi'nce (5) kişilik bir komisyon kurulmuş, bu komisyonun hazırladığı rapor, Anayasa Mahkemesi üyelerinin tümünün katıldığı kurulda görüşülerek son şeklini almıştır. Yeni modelde, Anayasa Mahkemesi'nin iki kurul halinde çalışması benimsenirken, Dünya'daki birçok Anayasa Mahkemeleri incelenmiş ve daha çok Federal Almanya Anayasa Mahkemesiyle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin oluşum biçimi etkili olmuştur. Bu iki Mahkemede başarı ile uygulanan birden çok kurul biçimindeki oluşumun, Türkiye'de de gerçekleştirilmesi halinde, Anayasa Yargısının daha süratli ve etkin biçimde çalışması sağlanmış olacaktır.
ANAYASA MAHKEMESİNE KİŞİSEL BAŞVURU (ŞİKAYET) HAKKI TANINMASI
Bir yıl önce Anayasa Mahkemesince hazırlanarak, TBMM Meclisi Başkanına, Başbakana ve Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanına takdim edilen, Anayasa Mahkemesinin görevleri ve yapısıyla ilgili Anayasa değişikliği taslağının en önemli bölümü belki de, temel hak ve özgürlüklere daha çok güvence sağlayacak olan "bireysel başvuru" ya da "şikayet" hakkının tanınmış olmasıdır. Bu başvuru hakkı, Anayasa'da yer alan tüm haklar için değil, bunlardan sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde sayılan temel hakları ihlal edilenlere tanınmıştır. Kuşkusuz ki bireysel başvuru hakkının tanınması halinde, Anayasa Mahkemesinin iş yükünde önemli artışlar olacaktır. Bu nedenle, Mahkemenin iki kurul halinde çalışmak üzere yeniden yapılanması yanında, bireysel başvuruların kabule şayan olup olmadığını inceleyecek bir "ön inceleme komisyonu" kurulması da gerekecektir. Bu nedenle, Anayasa değişikliği taslağında yer almayan bireysel başvuru yolunun işleyişine ilişkin ayrıntılar, Anayasa Mahkemesi Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunu'nda düzenlenecektir.
Anayasa Mahkemesinin katlanarak artan işyükü nedeniyle, başvuruların karara bağlanma sürecinin ortalama (2) yılı geçmesine karşın, bireysel başvuru hakkının tanınması halinde, onbinleri bulacak başvuruların altından nasıl kalkınılacağı yolunda bir soru akla gelebilir. Kuşkusuz ki bu başvuru yolunun açılması halinde, kişisel tahminime göre de, bir yılda sekezbini aşacak miktarda başvuru olacaktır. 24 Eylül 2001 tarihinde Karsruhe'de Federal Almanya Anayasa Mahkemesi nezdinde yapılan resmi temas ve incelemelerde, o günkü Anayasa Mahkemesi Başkanı Jutta Limbach; Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek'in de parlamento tescilcisi olarak katıldığı toplantılarda, Almanya'da bu yolla yılda 4.800 civarında başvuru olduğunu, bunlardan ancak %3'ünün kabul edilebilir nitelikte bulunarak esasının incelendiğini, %97'sinin ise üç kişilik ön inceleme komisyonlarınca kabul edilemez nitelikte görülerek reddedildiğini bu ret kararlarında gerekçe bulunmayabileceği gibi, kararın oybirliği ile alınması halinde, itiraz da edilemediğini ifade etmiştir. Macaristan Anayasa Mahkemesi nezdinde 21-22 Mayıs 2002 günlerinde yaptığım inceleme ve araştırma ziyaretinde, bu Ülkenin Anayasa Mahkemesi'ne de ferdi başvuru hakkının bulunduğunu, hatta bu başvuruyu yapabilmek için, Macaristan uyruğunda olmak ve iptali istenen normla kişisel menfaat ilişkisi bulunmak gibi koşulun da aranmadığı anlatılmıştır. Avrupa'da; Federal Almanya, Avusturya, Macaristan, İspanya, Portekiz, Rusya dahil olmak üzere (19) ülkede, Asya'da; Moğolistan, Güney Kore, Gürcistan, Kırgızistan, Suriye de dahil olmak üzere (8) ülkede, Orta ve güney Amerika'da; Brezilya ve kısmen Kolombiya'da, Afrika'da; Sudan ve Senegal'in de dahil olduğu (4) ülkede başarı ile uygulanan ferdi başvuru hakkının (Şikayet hakkı) Türkiye'de de uygulanmasına duygusal ya da yeterli bilgi sahibi olunamamasına dayalı nedenlerle karşı çıkmak, Türk Ulusunu, kimi temel hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakacağı gibi, başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere Devletimizin imza attığı insanlığın yüksek değerlerinin korunmasını sağlayan diğer birçok uluslararası antlaşmalara da uygun düşmeyecektir.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin şikayet hakkını da içerecek biçimde, yeniden yapılanmasına ilişkin taslağın hazırlanması aşamasında Yurt dışından davet edilen Federal Almanya Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Prof.Dr. Winfriet HASSEMER, Avusturya Anayasa Mahkemesi Üyesi Prof.Dr.Herbert HALLER, Venedik Komisyonu Üyesi Prof.Dr. Peter PACZOLAY ve Türkiye'den de Anayasa Komisyonu Başkanı ile (8) Üniversite üyesinin katılımıyla düzenlenen, 26 ve 27 Nisan 2004 günlerinde yapılan sempozyumda hiçbir konuşmacı, şikayet hakkı tanınmasının sakıncalı olacağını belirtmemiş, tüm konuşmacılar, bu düzenlemenin bir an önce gerçekleştirilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Ayrıca, bununla da yetinilmeyerek, bu konuda Strazburg'ta bulunan Venedik Komisyonu'na da başvurularak görüş istenmiş, gelen cevabî raporda, ferdi başvuru hakkının Türkiye'de tanınmasının çok önemli gelişme olacağı ve takdirle karşılandığı belirtilmiştir.
Anayasada bu konuda yapılacak düzenleme ile, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvuruların çokluğu bakımından halen dördüncü sırada bulunan ve bugüne kadar verilen hak ihlal kararları nedeniyle milyonlarca Euro tazminat ödeme zorunda bırakılan Türkiye'yi, bu konuda geriye çekmek, bu tür başvuruların önce Türk Anayasa Mahkemesince incelenmesi sonucu, sözleşmeye açıkça aykırı bulunan hak ihlallerinin Türkiye'de giderilmesini sağlayıp, hem dış ülkeler nezdinde Türkiye'yi temel hak ve özgürlüklerin yeterince korunamadığı ülke görünümünden çıkarmak, hem de gereksiz yere çok önemli miktarlara varan tazminatlar ödenmesi engellenmek istenilmiştir.
ULUSLARASI ANLAŞMALARIN İÇ HUKUKUMUZDAKİ YERİ
2001, 2002 ve 2004 yılları Törenlerinde yaptığım konuşmalarda, Uluslararası hukuk kurallarının iç hukukumuzdaki yeri ve önemine değinerek, Anayasa'nın 90.maddesinin değiştirilerek, özellikle temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası hukuk normlarının iç hukukumuzda, Ulusal yasalarımızın üzerinde yer almasının sağlanması gerektiğini belirtmiştim.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile, Sözleşmeye taraf olan devletlerde herkese, bu sözleşme kapsamına giren hak ve özgürlükler tanınmış, böylece bireyler ulusal hukuk öznesi olmanın yanında, uluslararası hukuk öznesi olarak da hak sahibi olmuşlardır.
Türkiye tarafından, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile Avrupa İnsan Hakları Divanına bireysel başvuru hakkının tanındığı 1987 ve Divan'ın zorunlu yargı yetkisinin tanındığı 1990 tarihinden itibaren, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin iç hukukumuzdaki önemi daha da artmıştır. Ancak 7 Mayıs 2004 tarihinde Anayasa'nın 90.maddesinin son fıkrasına yapılan ilaveden önce, Ulusal Yasalarımızla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan kuralların çatışması halinde (çok az sayıdaki Danıştay kararları dışında), Sözleşme kuralları esas alınarak dava sonuçlandırılmıyor, iki ulusal yasanın çatışması halinde uyulacak yöntem izlenerek uyuşmazlık çözüme kavuşturuluyordu. Bu nedenle de, çoğu kez Sözleşme kurallarına aykırı biçimde alınan kararlar nedeniyle, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvuru sonucu, ihlal kararları veriliyor ve Türkiye tazminat ödemeye mahkum ediliyordu.
İlk kez 2001 yılında yapılan kapsamlı Anayasa değişiklikleri arasında yer alan Anayasa'nın 90.maddesini değiştirme girişiminde başarılı olunamamasına karşın, 7 Mayıs 2004 tarihinde 90.maddenin son fıkrasına; "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır" kuralı getirilerek bu konudaki sıkıntının giderilmesi sağlanmıştır.
Ancak anılan maddede, ".... Temel hak ve özgürlüklere ilişkin ...." şeklinde bir ifade kullanılması nedeniyle bu ibarenin uygulamada kimi tereddütler doğuracağı böyle genel ifade kullanılması yerine, norm sıralamasında Ulusal yasalarımızın önünde yer alması istenilen temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası andlaşmaların ismen sayılmasının daha doğru olacağı yolunda pek çok görüşler ileri sürülmüş ise de, bu tür duraksamaların zamanla Yüksek Mahkemeler içtihatları ile giderileceği, 90.maddenin bu haliyle bile bireylere temel hak ve özgürlükleri konusunda önemli kazanımlar sağlayacağı kuşkusuzdur.
ANAYASA MAHKEMESİNİN ULUSLARARASI İLİŞKİLERİ
İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki savaş yıllarında insanlığın karşılaştığı büyük kayıplar ve ıstıraplar sonucu, birey devlet karşısında korunması gereken değer olarak görülmüş, bu nedenle fertler, temel haklarının korunması için yargısal güvencelere kavuşturulmuştur. Başta ülkelerin Anayasa Mahkemeleri olmak üzere, uluslararası boyutta da Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Divanı, daha sonraları da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi oluşturularak, insanlara temel hak ve özgürlüklerinin korunması konusunda ulusal mahkemelerinden alamadıkları hakları için uluslararası yargı yerlerine başvurma imkanı tanınmıştır.
Bu gelişim süreci, tüm ülkelerde, yüklendikleri bu önemli görevleri nedeniyle Anayasa Mahkemelerini ön plana çıkarmış, ülkelerin Anayasa Mahkemeleri arasında yakın işbirliği sağlanmıştır. Türk Anayasa Mahkemesi 1987 yılında Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansı'nın üyesi olmuş, Avrupa'nın diğer ülkelerindeki Anayasa Mahkemeleri ile işbirliği sağlanarak, Anayasa yargısının gelişmesi konusunda önemli çalışmalar yapmıştır. Son beş yıllık dönemde bu türlü temaslar üst seviyeye çıkartılmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini ve çalışmalarını yakından izlemek amacıyla tüm üyeler Strazburg'a götürülmüştür. Türk Anayasa Mahkemesinin kararlarını internet yoluyla dünyada izleme olanağı bulunduğundan, Rusya Anayasa Mahkemesi Başkan ve Üyeleri ile Moskova'da yapılan görüşmelerde, Türk Anayasa Mahkemesi kararları üzerinde tartışmalar yapılabilmiştir. Ayrıca, 12-18 Mayıs 2002 tarihlerinde Brüksel'de yapılan 12. Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansı'na gidilerek, toplantıdan önce hazırlanarak gönderilen ulusal rapor savunulmuştur. 2005 yılının Mayıs ayında bu kez Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyetinde yapılacak olan 13.Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansı için Ulusal rapor hazırlanıp gönderilmiş, ancak bu evrede toplantıya katılmamaya karar verilmiştir.
Avrupa Anayasa Mahkemeleri ile aynı Konferansın üyesi olarak yakın ve sıcak işbirliğimiz dışında uzakdoğuda; Moğolistan ve Güney Kore, Amerika'da, Amerika Yüksek Mahkemesi ile yakın temaslar kurulmuş, Moğolistan, Güney Kore Anayasa Mahkemeleri Başkanları dışında Rusya, Romanya, Ukrayna, Bulgaristan, Beyaz Rusya, Mısır, Hindistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi Başkanları ile Federal Almanya Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili, Avusturya, Macaristan ve Kırgızistan Anayasa Mahkemeleri üyeleri Türkiye'ye çağırılarak bu ülkelerin Anayasa Mahkemeleri ile yakın ve samimi işbirliği sağlanmıştır. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Luzius Wildhaber ile Türk yargıç Rıza Türmen'in Mahkememizin düzenlediği sempozyumlara katılmaları sağlanmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Türkiye hakkında verdiği kararlar yakından izlenmiştir.
LAİKLİK İLKESİNİN TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ
İlk kez 25 Nisan 2001 günü yaptığım Anayasa Mahkemesi'nin 39. Kuruluş Yıldönümü konuşmasında, laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti için taşıdığı öneme, başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak üzere bu konuyu düzenleyen kimi uluslararası normlardan da söz ederek değinmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi, Danıştay 8. Daire ve İdari Dava Daireleri Genel Kurulu kararlarında türbanın inanç gereği takılan giysi olmadığı, bir nevi simge olarak kullanıldığı, resmi daire ve üniversitelerde başörtüsü serbestisi tanımanın bir tür yönlendirme ve bir anlamda zorlama olduğu biçiminde gerekçelere yer verildiğini belirtmiştim.
Bu konuşmanın yapıldığı günden bugüne kadar geçen (4) yılda konu güncelliğini yitirmemiş, aksine giderek artan biçimde gündemde tutulmak istenilmiştir. Ancak, bu (4) yıllık süre içinde Anayasa Mahkemesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği kararlar konuya daha da netlik kazandırmıştır.
Anayasa'nın 176. maddesi uyarınca Anayasa metni içinde yer alan "Başlangıç" kısmında; laiklik ilkesinin gereği olarak, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı vurgulandıktan sonra, Anayasa'nın 2., 4., 10., 14., 15. ve 24. maddelerinde de bu konuda özel düzenlemeler getirilmiştir.
Din ve vicdan özgürlüğü konusunda evrensel anlayışı yansıtan kurallara İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 18., İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 9., Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi'nin 18., Din ve İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayırımcılığın Kaldırılması Bildirisi'nin 1. maddelerinde de yer verilmiştir.
Türkiye'de din ve din duyguları ile dince kutsal sayılan şeylerin istismar edilerek oya çevrilmesi batı ülkelerine göre çok daha kolay ve olağan olduğundan, geçmişte bu yola başvuran partiler laiklik karşıtı bu eylemleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmış bu karara karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptıkları başvurular da reddedilmiştir.
Ülkemizde zaman zaman kimi parti yetkilileri, bayanların inançları gereği türban takabilecekleri, bu tür bir giysi ile yükseköğretim kurumlarına devama engel olunmasının; Anayasa ile tanınan temel haklardan olan "eğitim ve öğrenim hakkı" ile "inanç özgürlüğü"ne müdahale olduğu yolunda savlar ileri sürmüşlerdir.
Oysa bu konuda Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce verilmiş pek çok kararlar vardır ve yargının değerlendirmesine göre, dinsel nedenlerle türbanla boyun ve saçların örtülmesine resmi daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması, bir tür yönlendirme ve bir anlamda zorlama olup; kişileri şu ya da bu biçimde giyindirip başlarını örtmeye zorlamak, dinsel inanç ve görüşler nedeniyle gençler arasında çatışmalara neden olacak ortamın yaratılmasını sağlayacak, hatta aynı dinden olanlar arasında bile ayrılıklar yaratacağından, bu davranış biçimi laiklik ilkesine aykırı düşecektir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin başörtüsüne ilişkin istikrar bulmuş kararları varken, kimi yazılı ve görsel yayın organlarınca bu konunun gündemde tutulmaya çalışılması, kimi siyasal partiler yetkililerince de, yasal düzenlemeler yapılarak, türbanla öğrenim yapma olanağının tanınacağı yolunda beyanlarda bulunulması, bu konudaki yargı içtihatlarını bilmemekten kaynaklanmıyorsa, din duygularını kullanarak siyasi avantaj sağlamaya yöneliktir.
Anayasa'daki laik düzenlemeler kaldığı sürece, türbanlı kızların yükseköğretim kurumlarına öğrenci sıfatıyla, öğrenimlerinden sonra da resmi dairelere kamu görevlisi olarak girmelerini sağlayacak tüm yasal düzenlemeler Anayasa'ya aykırı olacaktır. Hatta bu konuda Anayasa'ya kural konulsa bile bu kez, Anayasa'nın bu yeni kuralı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne uygun olmayacaktır.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi'nin, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na eklenen "EK MADDE 17"de yer alan; "yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir." kuralının iptali istemiyle açılan davada, 2.4.1991 günlü, Esas: 1990/36; Karar: 1991/8 sayılı kararla başvurunun reddine karar verdiğinden söz edilerek, yükseköğretim kurumlarında türban takılmasını sağlayacak yasal düzenleme yapılabileceğini söylemek, ya anılan kararın gerekçelerini bilmemek veya gerekçe gözardı edilerek sadece sonuç bölümüne bakıp değerlendirme yapmaktır. Bilindiği gibi, Mahkeme kararları gerekçeleri ile bir bütün teşkil eder, idareyi ve yasamayı bağlar. Başka bir söylemle, kararların sonuç bölümüne anlam kazandıran kararların gerekçeleridir.
Söz konusu kararın gerekçesine bakıldığında, hiçbir duraksamaya yer kalmayacak biçimde yükseköğretim kurumlarında türban takılmasına olur veren açıklama bulunmadığı görülecektir. Aksine, bu konudaki açıklamalar yapıldıktan sonra ilgili bölümün sonunda; "...sonuç olarak, ister dini inanç gereği olsun, isterse başka nedenlerle olsun, yükseköğretim kurumlarındaki kılık-kıyafetin çağdaş duruma ters düşmemesi gerekir." denilmektedir.
Açıklanan nedenlerle, bu kararın sonuç bölümünde "başvurunun reddine" denildiğinden hareketle, yasal düzenleme yapılarak türbanlı kız öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına devamının sağlanabileceği söylenemez. Bu konuda yapılacak yasal düzenlemenin, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na eklenen Ek Madde 16'nın iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü, Esas: 1989/1; Karar: 1989/12, Refah Partisi'nin temelli kapatılmasına ilişkin 16.1.1998 günlü, Esas: 1997/1; Karar: 1998/1, Fazilet Partisi'nin temelli kapatılmasına ilişkin 22.6.2001 günlü, Esas: 1999/2; Karar: 2001/2 sayılı kararlarla Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi kararına yapılan itiraz sonucu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 3.Dairesince verilen 31.7.2001 günlü ve 41.340/98 sayılı, bu karara yapılan itirazın reddine ilişkin 31.02.2003 günlü ve aynı sayılı Büyük Daire kararlarına aykırı olacağı kuşkusuzdur.
Konuşmamın son bölümünde, Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanlığı da yapmış olan Anayasa Mahkemesi emekli üyelerinden Mustafa ŞAHİN'in 4 Ocak 2005 günü ebediyete intikal ettiğini ifade ederken büyük üzüntü duyuyorum. Mahkememize çok önemli hizmetler veren değerli büyüğümüze Tanrı'dan rahmet diliyor, aziz anıları önünde saygı ile eğiliyorum.
Ayrıca, yaş sınırı nedeniyle geçen bir yıl içinde emekliye ayrılan üyelerimiz sayın Ali HÜNER, Sayın Ertuğrul ERSOY ve Sayın Fazıl SAĞLAM'a bundan sonraki emeklilik yaşamlarında sağlık, esenlik ve mutluluklar içinde geçirecekleri uzun ömürler diliyor, Yüce Mahkeme'de görev alarak unutulmaz hizmetler sergileyen çok değerli meslektaşlarımızdan hayatta olanlara da sağlık ve esenlikler temennilerimi iletiyorum.
Kuruluş Yıldönümü toplantımıza katılarak beni dinlemek zahmetinde bulunan tüm konuklara en iyi dileklerimi ve saygılarımı sunuyorum.
Mustafa BUMİN Anayasa Mahkemesi Başkanı |
25/04/2004
Sayın Cumhurbaşkanım,
Değerli konuklar,
Kurulduğu 1962 yılından bugüne kadar geçen süreç içinde, çağdaş hukuk devletinin gerçekleşmesi için, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı kalarak, özverili biçimde görevini yerine getiren ve böylece toplumdaki saygın yerini koruyan Anayasa Mahkemesinin 42.Kuruluş Yıldönümü Kutlama Törenine teşriflerinizden dolayı size ve tüm konuklarımıza şükranlarımı ve saygılarımı sunuyorum.
Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla yapacağım bu dördüncü konuşmayı hazırlamadan önce, Yargıtay Başkanları ile Türkiye Barolar Birliği Başkanlarının her yıl 6 Eylül'de yaptıkları adli yıl açış konuşmalarını, 10 Mayısta Danıştay'ın Kuruluş Yıldönümleri nedeniyle Danıştay Başkanları ve Türkiye Barolar Birliği Başkanlarının hazırladığı ve keza Anayasa Mahkemesinin Kuruluş Yıldönümleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi Başkanları tarafından hazırlanan konuşmaların büyük bir bölümünü inceledim. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, 20 yılı aşkın süredir yapılan konuşmalardaki konuların tümünü başlıca 10 başlık altında toplamak mümkündür. Tüm Başkanlar, değişik biçimde de olsa aynı sorunlara birçok kez değinerek çözüm yolları önermiş, ancak geçen süreç içinde, bu konularda arzulanan iyileştirmeler yapılamamıştır.
Bu konuşmamda da genel olarak yargının kimi sorunları yanında, Anayasa Mahkemesinin çalışmalarına ve Anayasa Yargısının daha etkin ve hızlı biçimde sürdürülebilmesi için gerekli önlemlere değineceğim.
YARGIÇLIĞIN ARZULANAN MESLEK OLMADIĞI
Çağımızda giderek yargıya daha çok önem verilerek, toplumların gelişmesinde yargının önemi ve etkisi bütün ülkelerde kabul edilmişken, ne yazık ki Türkiye'de hakimlik ve savcılık mesleğine verilen önem azalmıştır. İyi yetişmiş ve yabancı dil üzerine eğitim görmüş hukuk fakültesi mezunları, artık hakimlik ve savcılık mesleğine girmeyi düşünmemektedir. Çok üzücüdür ki, hakimlik sınavının ikinci aşaması olan mülâkat sırasında adaylara neden yargıç olmak istedikleri sorulduğunda, birçok kamu kurumu sayıldıktan sonra, oralarda çalışma olanağını bulamadıkları için hakimliğe geçmek istediklerinin beyan edildiği görülmektedir. İyi yetişmiş hukuk mezunlarının hakimlik mesleğini tercih etmemelerinin nedeni, mesleğe başlarken alacakları aylıktan çok daha fazlasını, başta özel teşebbüsler olmak üzere birçok kurum yada kuruluşlardan alma olanaklarının bulunmasıdır. Ayrıca, hakimlik görevinin, tüm olanaklardan yoksun, kırsal bir ilçe olan 5.bölgeden başlamak üzere sırasıyla bölge esasına göre yapılacağı, birinci bölgede görev alabilmek için, emsali arasında temayüz ederek birinci sınıfa ayrılmış olmak gerektiği, bunun için ise, en az (10) yıl fiilen bu görevde bulunulmasının zorunlu olduğu unutulmamalıdır. Kuşkusuz ki tüm meslektaşlarım, 5.bölge olan ilçelerde görev yapmanın zorluk ve yokluklarını çok iyi bilmektedirler.
Avrupa Birliğinden gönderilen iki uzmanın, birçok hakim, savcı, avukat ve hükümet yetkilisiyle konuştuktan sonra Türkiye hakkında düzenlediği raporda, 10 yılını doldurmamış 4742 adet hakimin, aldıkları maaşlarının azlığı nedeniyle yoksulluk sınırının altında yaşadıkları açıklanmıştır.
1998-1999 adli yılı açılış konuşmasını yapan o günkü Yargıtay Başkanı Sayın Mehmet Uygun'un, konunun önemini vurgulamak için kullandığı, ".... vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışan hakimin kararının tam ve en sağlıklı olacağını düşünmek insan aklına ve doğasına ters düşer ..." sözcüklerini karikatür konusu yapanların, Avrupa Birliği uzmanlarınca hazırlanan bu rapora diyeceklerini merakla bekliyorum.
Bir Alman atasözünde, "Ülke yalnız adalette ebedileşir ve adaletsizlikle yıkılır." söylemine yer verilmiş, Alman filozofu Kant, "Eğer adalet kaybolursa, insanların dünyada yaşamalarının anlamı kalmaz." Konfuçyüs, "Adalet kutup yıldızı gibidir. Hep yerinde durur ve geride kalan her şey onun etrafında döner." demişlerdir.
Büyük Atatürk ise, 5 Kasım 1925 günü Ankara Hukuk Fakültesinin açılışı sırasında yaptığı konuşmada, "...Bir hükûmet ancak adaletle dayanabilir. Bağımsızlık özgürlük her şey adaletle var olur... Bir ülkede adalet olmazsa o ülkede anarşi var demektir. Orada özgürlük yok demektir" diyerek yargının önemini açıklamıştır.
Adalet için söylenen bu anlamlı sözler, adalet dağıtacak hakimlerin de çok iyi yetişmiş olmalarını ve bu yüce görevi yapacak nitelikleri taşımalarını zorunlu kılar. Adalet devletin temeli ise, adaletin temeli de hakimlerdir. Hakimlerin görevlerini başarmalarında ise, vicdan ve seciyeleri başlıca teminattır.
Ağır sorumluluk altında ve fiziki bakımdan yetersiz koşullarda görev yapan hakimin, söyleneni gereği gibi dinleyip anlayabilmesi için, kendisinin herhangi bir sıkıntı ve üzüntüsünün bulunmaması, yani iç huzura sahip olması gerekir. Şayet hakim, asgari ihtiyaçlarını karşılayacak gelire sahip değilse, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, kendisini ruhi bakımdan işine veremez. Çoğunlukla hakimlerin çalışmaları, mesai saatleri ile sınırlı değildir. Başta Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi Raportörleri olmak üzere, Daire Üyeleri, Başkanları ve Anayasa Mahkemesi Üyeleri, hafta sonu tatilini ve hafta içi akşamlarını genellikle dosya inceleme, karar yada azlık oyu yazma veya mevzuat araştırmakla geçirirler. Akşamlarını evlerinde dinlenerek geçiremedikleri gibi, hemen hemen hafta tatillerinden de yararlanamazlar. Hakimler, bu ağır yaşam koşulları nedeniyle diğer meslek mensuplarından daha çabuk yıpranırlar, yada bu yorucu çalışmaya dayanamayıp mesleğin gerektirdiği olgunluğa eriştikleri ve çok daha yararlı çalışmalar yapabilecekleri dönemde, yaş sınırından önce emekliye ayrılırlar. Hakimlerin bu ağır ve sağlıksız çalışma koşullarını yakından bilen çocukları veya yakınları da, çok düşük ücretlerle, ağır koşullarda, 5.bölgelerden başlamak üzere hakimlik yapmayı kabul etmezler.
Hakim ve savcılarımızın en önemli noksanlıklarından birisi de, bir yada daha fazla lisanı bilimsel toplantılara katılarak, düşündüklerini anlatacak veya tartışmaya katılacak seviyede bilememeleridir. Avrupa Birliğine giriş için müzakere günü alacağımız bu dönemde, yargıda yabancı dilin önemi kendini daha da hissettirmektedir. Avrupa Birliğine girmemiz halinde, uygulanması gereken yabancı dilde yazılmış mevzuatı kullanamayacak hakimlerle hukuk alanında başarılı olunamaz. Bu nedenle, çok iyi yabancı dil bilen hukuk mezunlarının hakimliğe girmelerini sağlayacak tedbirlerin geç kalınmadan alınmasının yanında, halen görevde bulunup da lisanı yeterli seviyede olmayanların, yabancı dillerinin gelişmesini sağlayabilmeleri için, zaman zaman belli miktarlarda, önce Türkiye'de yabancı dil eğitimine tabi tutulmaları, sonra da yurt dışına bir program içinde gönderilerek, öğrendikleri yabancı dili mahallinde devamlı kullanıp pratiklerini artırmaları sağlanmalıdır. Kaymakam stajyerleri için uygulanan belli süreli yurt dışına gönderme programının, hiç değilse adli ve idari yargı hakim stajı yapanlardan bir bölümüne de uygulanması çok yararlı olacaktır.
Yargının işleyişinde görülen kimi aksaklılar ile yargılama sürecindeki gecikmeler, yargının iç yapısına ilişkin sorunların çözümlenememiş, sözü edilen yargı reformunun gerçekleştirilememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Nüfus artışı, hızlı kentleşme, ülkenin sosyal ve ekonomik yapısındaki çelişkilerin ortaya çıkardığı anlaşmazlıklar davaların çoğalmasında etkili olmuştur.
Yargılama sürecinin çok uzun olmasının nedenlerinden birisi de, bir hakimin bakacağı dava adedinin, Avrupa Birliğine dahil üye devletlerdekilerle mukayese edilemeyecek miktarda fazla oluşudur. Yerel mahkemelerdeki davaların çokluğu yanında, temyiz mercii olarak Yargıtay ve Danıştay'da görülen işlerde de, yıllar itibariyle çok önemli miktarlarda artışlar olmuştur. Yargıtay'daki işlerin çokluğu, daha önceleri kurulan, ancak nitelikli hakim bulmadaki zorluklar nedeniyle kaldırılan, İstinaf Mahkemeleri (Bölge Adliye Mahkemeleri)'nin kuruluşunu yeniden gündeme getirmiştir. Son adli yıl açılışında değinilen ve yeniden kurulması istenilen Bölge Adliye Mahkemelerinin, kuruluşunu takip eden yıllarda bir süre Yargıtay'ın işini hafifleteceğinden hiç kuşku duyulmamakla beraber, kurulduğu yıllarda var olan ve kaldırılmalarına neden olan gerekçenin bu gün de geçerli olduğunu düşünüyorum. Adli yargıdaki hakim açığı hatırlandığında, bu konudaki endişemde ne oranda haklı olduğum ortaya çıkacaktır.
Kanımca, mahkemelerdeki dava adedinin azaltılabilmesi için, ihtilafların mahkemelere taşınmasını engelleyecek ara çözüm yollarının geliştirilmesi gerekir. Bilindiği gibi, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere birçok Avrupa devletlerinde, yargılama aşamasından önce, uyuşmazlıkları çözecek uzlaşma ve hakem kurulları gibi ara mekanizmalar bulunmakta ve uyuşmazlıklar, yargılama yapılmadan bu yerlerde çözüme kavuşturulmaktadır. İdari yargı alanında da, yıllardır birçok sempozyumda konu işlendiği halde bir türlü hayata geçirilemeyen "ombudsman" kurumunun faaliyete geçmesi durumunda, idari yargı yerlerine yapılacak başvurularda önemli miktarlarda azalma olacaktır. Bu türlü kuruluşların Amerika Birleşik Devletlerinde uyuşmazlıkların büyük oranda mahkemelere taşınmasını önlediği, uyuşmazlıkların ancak %6 sının yargı yerlerinde çözümlendiği hatırlanacak olursa, ara çözüm yollarının kabulü halinde, Türkiye'de de mahkemelerin işlerinde önemli azalmalar olacağı kuşkusuzdur.
Anayasanın 141.maddesinde, "Davaların en az giderle ve mümkün olan süratte sonuçlandırılması yargının görevidir", İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6.maddesinde de, "Her şahıs .... davasının mâkul bir süre içinde .... dinlenmesini istemek hakkına sahiptir" denilmektedir. Mahkemelerdeki davaların uzun yıllar sonra sonuçlanması kuşkusuz ki, anılan kurallarda öngörülen "adil yargılanma hakkı"nın ihlali demektir. Nitekim, yargılamanın uzun yıllara yayılması nedeniyle, sözleşmenin 6.maddesinde sözü edilen adil yargılanma hakkının ihlal edildiği yolunda, gerek Türkiye ve gerekse diğer ülkeler aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince verilmiş pek çok kararlar vardır. Bu nedenle, yargılamada sürati sağlayacak önlemlerin derhal alınması gerekir.
YARGI BAĞIMSIZLIĞI VE HAKİM TEMİNATI
Yargının bağımsızlığı, yasama ve yürütmenin, doğrudan veya dolaylı yollardan yargıyı yönlendirmemesi, baskı altında tutmaması, yada böyle bir izlenimi yaratacak tavırlardan kaçınmasını gerekli kılar.
Çağımızda yargının bağımsızlığı o denli önem kazanmıştır ki, ulusların Anayasalarının yanında, birçok uluslararası andlaşma veya metinlerde de yargı bağımsızlığına yer verilmiştir.
Ülkemizde Anayasa'nın 138.maddesinde, "Mahkemelerin bağımsızlığı", 139.maddesinde de, "hakimlik ve savcılık teminatı" yer almaktadır. Yargının bağımsızlığı ve yargıcın teminatına verilen önem nedeniyle birçok uluslararası metinde, bunlar yargıcın ve yargının nitelikleri olarak değil, kişilerin hakkı olarak düzenlenmiştir. Örneğin, "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi"nin 10.maddesinde, "herkes, haklarının, borçlarının veya kendisine karşı cezai mahiyette herhangi bir isnadın tespitinde, tam bir eşitlikte, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından .... görülmesi hakkına sahiptir.", Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6.maddesinde de, "Her şahıs ... yasal, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının mâkul bir süre içinde hakkaniyete uygun ve aleni surette dinlenmesini istemek hakkını haizdir." denilerek mahkemelerin bağımsız ve tarafsız olması öngörülmüştür. Yargı bağımsızlığı ve hakim teminatı kavramları, yargıya diğer erkler karşısında üstünlük sağlamak amacıyla değil, hak ve özgürlüklerin güvencesi olan yargılama işlevinin etkin biçimde yerine getirilebilmesi için hakime, onu iç ve dış etkilerden koruyacak bir statü sağlamak amacına yöneliktir.
Anayasa ve uluslararası Antlaşmalarındaki bu emredici kurallara karşın, Türkiye'de yargının bağımsızlığı ve hakimin teminatını zedeleyen ve yürütme karşısında yargıyı korumasız bırakan düzenlemeler ve oluşumlar bulunmaktadır.
Bunların başında, hakimlerin özlük haklarıyla ilgili tüm kararları almaya yetkili kılınan ve kararları yargı denetimi dışında bırakılan, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurumu'nun oluşumu ve kararları üzerinde yürütmenin temsilcisi olan Adalet Bakanının etkisi gelmektedir.
Nitekim, Avrupa Birliği Komisyonu tarafından hazırlattırılan 28 Eylül 2003 günlü, "Türkiye Cumhuriyetinde Yargı Sisteminin İşleyişi" isimli 156 sayfalık raporda da, Türk yargısının, kabul edilemeyecek oranda, Adalet Bakanlığının siyasal iradesinin etkisinde kalmaya devam ettiği belirtilmiştir.
Son 10 yılı aşan süreç içinde, tüm Yüksek Mahkeme Başkanları tarafından, Kuruluş Yıldönümü konuşmalarında eleştiri konusu yapılmasına ve yeni oluşumlar için model önerilmesine rağmen, bugüne kadar Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşumu değiştirilmemiş, Teftiş Kurulu ile Sekreteryanın Adalet Bakanlığı tarafından, yürütülmesine devam edilmiştir. Sadece, Yargıtay ve Danıştay'dan gelen Kurul'un asıl üyelerinin, görev sürelerince kurumlarından izinli sayılmaları sağlanmıştır.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu asıl üyelerinin, daha hazırlıklı olabilmeleri ve etkili karar alabilmelerini sağlamak amacıyla, (4) yıllık görev süresince kurumlarından izinli sayılmaları yönünde yapılan yasal düzenleme, kimi olumlu sonuçlar sağlamış ise de, bu kez Yargıtay ve Danıştay'da Daire Başkanlığı yada başka türlü beklentileri olanların, uzun süre kurumlarından ayrı kalmaları kendi gelecekleri için önemli sakıncalar yaratacağından, mesleklerinde başarılı olan ve temsil kabiliyeti bulunan üyeler, Kurul üyeliğine aday olmaktan çekinmekte, aday olup seçilenler de, gelecekteki beklentileri nedeniyle seçimde tarafsız davranamamaktadırlar.
1981 öncesi daha farklı biçimde oluşturulan, hakimlerle ilgili kararların alınmasında Adalet Bakanı ve Müsteşarın da karara katılmadığı Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu, Teftiş Kurulu ve sekreteryası da bulunduğu, üyeleri de görev süresince izinli olduğu halde, çalışmalarında kimi sübjektif değerlendirmeler olduğu gerekçesi ile kaldırılmış ve yerine bugünkü oluşum getirilmiştir.
YARGITAY VE DANIŞTAY ÜYELİKLERİ SEÇİMİ
Anayasa'nın 159. ve 2461 sayılı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu'nun 4.maddesi uyarınca, Yargıtay ve Danıştay Üyeliklerine seçme dahil olmak üzere, hakim ve savcıların tüm özlük hakları hakkında idari davaya da konu olamayacak nitelikte kesin kararlar veren Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, yeniden oluşturulduğu 1981 yılından bugüne kadar kendisinden beklenen düzeyde hizmetler verememiştir.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarının idari dava konusu yapılamaması, bu kararlar alınırken daha rahat hareket edilmesini sağlamış, yedek üyelerin de katılımıyla toplanan itirazları inceleme kurulunun itirazlar üzerine verdiği kararlarda istenilen seviyede düzeltmeler yapılamamıştır.
Kurulun aldığı tüm kararlar çok önemli olmakla birlikte, bunlardan birisi vardır ki, yeniden inceleme yoluyla Kurul, yada itiraz üzerine İtirazları İnceleme Kurulu tarafından düzeltilmesi mümkün değildir. Bu, Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine seçim kararıdır.
1989 ilâ 1992 yılları arasında Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu asıl üyeliği yapmam nedeniyle çok yakından bildiğim gibi, Adalet Bakanları, çok istisnaî olarak Kurul'un olağan çalışmalarına katılmalarına rağmen, yeniden kurulduğu 1981 yılından bugüne kadar geçen süreç içinde, Bakanın katılımı olmaksızın yapılmış bir tek seçim bulunmamaktadır. Bu durum dahi, üye seçiminin Kurul'un diğer işlerinin tümünden çok daha önemli olduğunun göstergesidir.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yaptığı işlerden en çok eleştiri toplayanı da, Yargıtay ve Danıştay Üyeliklerine seçim kararlarıdır. Yüksek Mahkemelere üye seçiminin, objektif ve genel değerlendirme esaslarına göre yapılamadığı, kimi yakınlıklar ve durumlar nedeniyle tarafsız davranılamadığı kanaati yaygındır.
Yargıtay ve Danıştay'a üye seçimine ilişkin kararlarda, 1981 öncesi ve 1981 sonrası oluşan Kurulların yaptıkları değerlendirmelerin objektif olamamasının nedeninin, başta kurul üyelerinin kurumlarındaki gelecek beklentileri olmak üzere, birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla olan yakın ilişkilerinden kaynaklandığı bilinmektedir.
Açıklanan nedenlerle, Yargıtay ve Danıştay'a Üye seçiminin, genel ve objektif değerlendirme esaslarına göre yapılmasını sağlayacak yasal önlemler gecikmeksizin alınmalıdır.
YOLSUZLUKLA MÜCADELE
Yolsuzluk ve yolsuzlukla mücadele, son yıllarda Dünyanın ve Ülkemizin gündemini oluşturan en önemli konulardan birisi olmuştur.
Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal alanlarda kendisini gösteren bozulma ve ahlaki çöküntü sonucu ortaya çıkan yolsuzluk, vatandaşların Devlete, hukuka ve siyaset kurumuna olan güven duygusunu zedelemiştir. Bu nedenle, genel anlamda Devlete olan güven duygusunu zaafa uğratan yolsuzluklara karşı etkin bir mücadelenin yapılması gerekmektedir.
Yolsuzlukla ilgili olarak Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler nezdinde yapılan çalışmalarda, bu kriminolojik ve sosyolojik olayın, basit bir rüşvet yada haksız çıkar sağlamanın ötesinde, demokratik rejimleri tehdit eden, gelir dağılımını bozan, ekonomik düzeni kökten sarsan bir olgu olduğu kabul edilmiştir.
Yolsuzluk sorunu sadece cezai yaptırımlarla çözülemeyeceğinden, konunun siyasi, sosyal ve ekonomik boyutlarının da göz önünde bulundurulması ve yolsuzlukla mücadelenin, tüm toplumsal alan ve kesimleri de içerecek biçimde yapılması gerekmektedir.
Yolsuzlukla mücadelede, Devletin işlem ve faaliyetlerinde şeffaflığın sağlanması büyük önem arzetmekte ise de, cezai önlemlerin yanı sıra, özel hukuk ve idare hukuku alanlarında da kimi önlemlerin alınması gerekmektedir. Öte yandan, bu mücadeleyi yapacak personel de, nitelikli ve etkin hale getirilerek yolsuzluk konusunda kamuoyu aydınlatılıp bu konuda destek vermesi sağlanmalıdır.
Yolsuzluk suçlarının uluslararası nitelik taşıması nedeniyle, bu tür suçlarla mücadelede, uluslararası işbirliği ve hukuksal yardımın sağlıklı ve hızlı biçimde işletilmesi büyük bir önem arzetmektedir. Bu nedenle ülkemiz, "Uluslararası Ticari İşlemlerde Yabancı Kamu Görevlilerine Verilen Rüşvetin Önlenmesi Sözleşmesi", "Yolsuzluğa Karşı Özel Hukuk Sözleşmesi", "Yolsuzluğa Karşı Ceza Hukuku Sözleşmesi" ve "Yolsuzluğa Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi" gibi uluslararası metinleri imzalamıştır.
Yolsuzlukla mücadelede suçların soruşturulması ve kovuşturulması kolay olmadığından, delillere ulaşmada birçok güçlüklerle karşılaşılması nedeniyle, kimi düzenlemeler yapılması zorunlu hale gelmiştir. Bu amaçla, 4969 sayılı "Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun" ile 5020 sayılı "Bankalar Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun"lar 2003 yılında yürürlüğe girmiştir.
Bu ihtiyaç sonucu, Adalet Bakanlığınca hazırlanan "Yolsuzlukla Mücadele Kanunu Tasarısı" ile yolsuzlukla etkili mücadele amaçlanmış, bu suçların soruşturulması ve kovuşturulmasında uygulanacak esas ve usuller düzenlenmiştir.
Bu bağlamda, son aylarda Yargıtay Üyelerinin kimileri hakkında rüşvet suçlamaları nedeniyle başlatılan soruşturma ve kovuşturmalarda çok dikkatli olunmalı, tüm yargı mensuplarını kamu oyunda küçük düşürecek davranışlardan özenle kaçınılmalı, ağır koşullar altında özverili biçimde çalışan hakim ve savcıların çalışma istek ve arzuları zedelenmemelidir. Kuşkusuz ki, bu türlü eylemler var ise yasal gereği derhal yerine getirilmeli, geç kalınmadan soruşturma veya cezai kovuşturma sonuçlandırılmalıdır. Ancak, henüz sanık durumunda dahi olmayan bir yüksek mahkeme üyesini, suçsuz olması halinde tüm aile fertleriyle birlikte telafisi olanaksız biçimde manevi çöküntüye uğratacak, zamansız ve gereksiz açıklamalar yapılmamalıdır.
ANAYASANIN 90.MADDESİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ
Bilindiği gibi, Avrupa Birliğine giriş süreci öncesi olan son üç yıl içinde, insan hak ve özgürlüklerinin gelişmesi konusunda, başta Anayasa olmak üzere çok önemli yasal düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin, 3 Ekim 2001 tarihinde Anayasa'da yapılan (34) değişiklikten (27)'si insan haklarına ilişkindir. Ayrıca (7) uyum paketi ile de pek çok yasada bu konuda önemli değişiklikler yapılmıştır.
Bu süreç içinde yapılan yasal düzenlemeler sonucu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Türkiye aleyhine yapılan başvurularda, önceki yıllara göre önemli miktarlarda azalma olmuştur.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin başlangıç kısmı ile 1.maddesine göre, tüm âkit devletlerin, iç hukuklarında yer alan sözleşme ile çatışan yasalarını değiştirmesi gerektiği halde, Türkiye'de bu konuda gerekli düzenlemelerin tümü henüz yapılamamıştır.
Sözleşme ile Ulusal yasalar arasında herhangi bir çatışma olması halinde, Ulusal yasalarda yer alan Sözleşmeye aykırı hükümlerin ihmal edilerek, doğrudan Sözleşme kurallarının uygulanması gerektiği yolunda öğretide yer alan kimi önerilere ve Yüksek Mahkeme kararlarına karşın, bu konuda görüş birliği yoktur.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi'nce verilen 27.2.1997 günlü ve Esas:1996/55; Karar:1997/33 sayılı kararda, Anayasanın 90.maddesinde usulüne uygun olarak yürürlüğe konulan Uluslararası andlaşmaların kanun hükmünde olduğunun ve bu andlaşmaların iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulamayacağının öngörülmüş olmasına rağmen, aralarında norm çatışması bulunması durumunda, Uluslararası andlaşmaların uygulamada öncelik kazanamayacağı, zira anılan maddenin son fıkrasında; "usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir" kuralına yer verildiği, bu nedenle, Uluslararası andlaşmalar ile Ulusal yasalar arasında çatışma bulunması halinde uyuşmazlığın, iki Ulusal yasa arasında çatışma bulunması halinde izlenecek yöntemle çözülmesi gerekeceği gerekçesine yer verilmiştir.
Doktrin ve uygulamada yer alan tereddütlerin giderilebilmesi için; Polonya, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ, Romanya, İspanya, Portekiz, Avusturya, Yunanistan, Slovakya ve İsveç'te olduğu gibi, kuralların uyuşmaması halinde, Uluslararası andlaşma hükümlerinin, ulusal yasalara göre uygulamada öncelik taşıdığı yolundaki hükmün Anayasa'nın 90.maddesine konulması gerekir.
2001 yılındaki Anayasa değişiklikleri arasında, Anayasa'nın 90.maddesinde bu yolda bir değişiklik yapılmasına yer verilmiş olmasına rağmen, bu değişiklik gerçekleşememiştir. Bu konudaki Anayasa değişikliğinin gerçekleşmemesinde, bu düzenlemeyle egemenlik hakkının devredileceği yolundaki görüşlerin önemli oranda payı olmuştur. Oysa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne yasa üstü kural niteliği tanımak, uygar bir toplum içinde insanca yaşayabilmek için, kendi temsilcimizin de yargıç olarak yer aldığı Uluslararası Mahkemenin yetkilendirilmesidir. Aksi takdirde, Ülkemiz aleyhine yapılan birçok başvurular üzerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ihlal kararları verecek, bu kararlar nedeniyle Devletimiz milyarlarca Euro ödemek zorunda kalacak ve Ulusal mahkemelerce yapılan yeniden yargılamalar sonucu çoğu kararlar da değiştirilmiş olacaktır.
Açıklanan nedenlerle, bütün bu zararlı sonuçların kaldırılması için, Anayasa'nın 90.maddesinde gereken değişiklik yapılarak, en azından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve benzerlerinin, Ulusal yasalarımıza göre uygulama önceliği olduğu kuralına yer verilmelidir.
ANAYASANIN 146 İLA 153.MADDELERİNDE YAPILMASI İSTENİLEN DEĞİŞİKLİKLER
Anayasa Mahkemesi, kurulduğu 1962 yılından bugüne kadar hukuk devletini gerçekleştirmek için özverili biçimde çalışmalar yapmış, gerek Ülkemizde ve gerekse Uluslararası camiada saygınlık kazanmıştır. Ancak zamanla, tüm yargı yerlerinde olduğu gibi, Anayasa Mahkemesindeki davalarda da büyük oranda artışlar olmuştur. Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvuruların da giderek çoğalması üzerine, Anayasa Mahkemesi'nin oluşum ve çalışma biçimi ile görev ve yetkileri konusunda yeni düzenlemeler yapılması zarureti doğmuştur.
Anayasa'da kapsamlı değişiklikler yapılacağı yolundaki haberlerden sonra, Anayasa Mahkemesi kurulu tarafından, bu konuda çalışmalar yapmak üzere komisyon oluşturulmuş, bu komisyon, yaptığı çalışmaların sonucunu, sadece Anayasa Mahkemesi ile sınırlı olmak üzere bir rapor halinde Kurul'a sunmuş, Kurul tarafından yapılan tartışma ve oylamalar sonucu ortaya çıkan metin, Başkan'ın kişisel görüşü değil, Mahkeme'nin görüşü olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına, Hükümete ve Ana Muhalefet Partisi Başkanlığına sunulmuştur.
Bu taslakla getirilmesi düşünülen başlıca yenilikler şunlardır:
- Cumhurbaşkanı'nca Anayasa Mahkemesine seçilecek üye adedi (4)'ten (2)'ye indirilerek, Cumhurbaşkanlığı kontenjanından alınan (2) üyeden, (1)'i Yargıtay, (1)'i de Danıştay'ın kontenjanına aktarılmıştır.
- Yüksek Mahkemelerden gelecek üyelerin seçiminin nihai olarak kendi Genel Kurullarınca yapılması sağlanarak, seçilme yaş sınırı, en az (3) yıl süreyle üyelik görevinde bulunmuş olmak kaydıyla (50) olarak belirlenmiştir.
- Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne; (1)'i Yüksek Öğretim Kurumu, (1)'i Türkiye Barolar Birliğince gösterilen (3)'er aday arasından, (2)'si de doğrudan Sayıştay üyeleri arasından olmak üzere (4) üye seçme imkanı tanınmıştır.
- Anayasa Mahkemesi yedek üyeliği kaldırılmış, üyelik süresi (12) yıl ile sınırlandırılmış ve emeklilik yaşı (67)'ye yükseltilmiştir.
- Anayasa Mahkemesi üyeleri (Başkan ve Başkanvekilleri dahil) (17)'ye çıkartılmış, Mahkeme (2) Daire, (1) Genel Kurul'dan oluşturulmuştur.
- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile sınırlı olmak üzere, kanun yollarının tüketilmiş olması koşulu ile Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru (Anayasa şikayeti) yolu açılmıştır.
- Anayasa Mahkemesince işin esasına girilerek verilen ret kararının, Resmi Gazetede yayımlanmasından itibaren halen (10) yıl olan ayni kurala karşı yapılacak başvuru yasağı (5) yıla indirilmiştir.
- Anayasa Mahkemesince geliştirilen ve (10) yıldır uygulanan yürürlüğü durdurma kararlarına Anayasal dayanak verilmiştir.
Yukarıda sayılan değişiklikler için yapılan çalışmalarda tüm Avrupa Anayasa Mahkemeleri incelenmiş, Federal Almanya Anayasa Mahkemesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi model olarak benimsenmiştir.
Anayasa Mahkemesince, yapılan çalışmalar sonucu kendi oluşum biçimi ve görev alanıyla sınırlı olmak üzere önerilen Anayasa değişikliği, konunun yeterince incelenmemesi nedeniyle kimilerince yanlış değerlendirilmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne üye seçimi konusunda tanınan yetki nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nin siyasallaşacağı kaygısı ifade edilmiştir.
Almanya, Macaristan, Polonya, Portekiz ve Slovakya gibi Anayasa Mahkemesi üyelerinin tümünün parlamento tarafından seçildiği ülkeler bir yana, genel ve yaygın olan uygulama biçimine göre, Anayasa Mahkemesi üyelerinin 1/3'ü parlamento tarafından seçilmektedir. Nitekim bilindiği gibi, Ülkemizde de 1961 Anayasası döneminde, (15) asıl (5) yedek üyeden oluşan Anayasa Mahkemesi üyelerinden (5) asıl ve (2) de yedek olmak üzere (7) adedi, Millet Meclisi ve Senato tarafından seçilmiştir.
Türkiye Barolar Birliğinin, içinde Emekli Anayasa Mahkemesi Başkanı, Türkiye Barolar Birliği eski başkanı ve dokuz da profesörün bulunduğu komisyona hazırlattığı Anayasa değişikliği önerisinde, (21) üyeden oluşacak Anayasa Mahkemesinin (7) üyesinin (1/3) oranında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmesinin önerilmesine karşın Anayasa Mahkemesince hazırlanan taslakta, (17) üyeden (4)'ünün (dörtte birinden daha düşük oranda) Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçimi uygun bulunmuştur. Bunlardan (2)'sinin, Yüksek Öğretim Kurumu ile Türkiye Barolar Birliğinin göstereceği (3)'er aday arasından seçimi zorunlu olacağından, bu iki üye seçiminde parlamento bağlı yetkili olup, Sayıştay'a Üye seçmeye yetkili olan Meclis, buradan gelecek (2) üyenin seçiminde doğrudan yetkili kılınmıştır.
Bu oluşumu itibariyle Anayasa Mahkemesi'nin siyasallaştığını söylemek, ne dünyadaki örnekleriyle ne de gerçeklerle bağdaşmamaktadır.
Kaldı ki bugün yürürlükte olan şekliyle Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesinin (15) üyesinden (4)'ünü doğrudan, geri kalan (11) üyeyi de gösterilen adaylar arasından seçtiğine göre, gelecekte bir siyasal parti genel Başkanının Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, Anayasa Mahkemesinin daha az siyasallaşacağı söylenemez.
Anayasa Mahkemesi'nin hazırladığı Anayasa değişikliğine ilişkin taslağa Yargıtay ve Danıştay tarafından yöneltilen eleştirilerin ikinci bölümü de, kesinleşmiş yargı kararlarına karşı, sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki anayasal hak ve özgürlüklerden birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiası ile yapılacak ferdi başvuru (anayasa şikayeti) yoluna ilişkin olanıdır.
Türkiye tarafından, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu (Mahkemesi)'nun yargı yetkisi ve bu yere ferdi başvuru hakkının tanınmasından sonra, Ülkemiz aleyhine pek çok başvuru yapılmış ve bu başvuruların çoğunluğunun Türkiye aleyhine sonuçlanması nedeniyle, milyarlarca Euro tazminat ödemek zorunda kalınmıştır. Ülkemizi hem Uluslararası toplulukta insan hakları ihlali yapan ülke görünümünden çıkarmak, hem de gereksiz yere çok yüksek miktarlara varan tazminat ödemekten kurtarmak için, sınırlı biçimde Anayasa şikayeti hakkı tanınması önerilmiştir.
Başta Almanya olmak üzere Avusturya, İspanya gibi birçok Avrupa Ülkesinde başarıyla uygulanan bireysel başvuru yöntemi (Anayasa şikayeti) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yapılan bireysel başvuruya benzeyen bir iç hukuk uygulaması olup, bu yolla, temel hak ve özgürlüklere yönelik kamu gücü ihlallerinin olay bazında belirlenmesi ve ihlal edilen hakkın iç hukukumuz aracılığıyla onarılması için gerekli önlemlerin alınmasının sağlanması amaçlanmıştır.
Anayasa şikayeti, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurabilmenin ön koşulu olarak kabul edildiğinde, kuşkusuz ki, bu Mahkemede Türkiye aleyhine açılacak davalarda önemli miktarda azalma olacaktır.
Anayasa şikayeti, ilke olarak klasik haklarla sınırlı tutulmuş, böylece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi uygulamalarıyla da paralellik kurulmak istenilmiştir. Anayasa şikayeti yönteminin sağlıklı ve etkili biçimde işlemesi, başvuru ve görüşülebilirlik koşullarının belirlenebilmesini, bu koşulların bir ön inceleme aşaması ile değerlendirilmesini ve Anayasa Mahkemesi'nde buna uygun bir yapılanmaya gidilmesini gerektirmektedir.
İnsan hak ve özgürlüklerinin, korunması gereken en yüce değerler olduğunun kabul edildiği günümüzün hukuk devletinde, bu tür gelişmelerin gerisinde kalınamaz. Anayasa şikayeti yolunun kabulü halinde, Anayasa Mahkemesine diğer Yüksek Mahkemelerden daha üstün bir statü tanınacağı biçimindeki çağdaş gelişmelere uygun olmayan, gerçeklerle ve Ülke çıkarları ile bağdaşmayan görüşte isabet yoktur. Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin kesinleşmiş kararlarına karşı yapılan başvurular sonucu, yabancı bir ülkede, yabancı yargıçlar tarafından verilen kararlara karşı duyulmayan hoşnutsuzluk ve sızlanmaların, bu Yüksek Mahkemelerin seçtikleri üyeler tarafından oluşan Anayasa Mahkemesi'ne karşı ileri sürülmesi iyi niyet kurallarıyla bağdaşmaz. Esasen unutulmamalıdır ki, Türkiye'de yıllardır, anılan Yüksek Mahkemelerin kesinleşmiş kararlarını kaldıran bir başka Yüksek Mahkeme de vardır. Bu da Uyuşmazlık Mahkemesi'dir. Zira Uyuşmazlık Mahkemesi, hüküm uyuşmazlığının varlığı halinde yargı yerlerinden birinin kararını kaldırabileceği gibi, ikisinin kararını da kaldırarak yeni ve değişik bir karar verebilir.
Hukuk alanında çağın gerisinde kalınmaması için, özellikle Yüksek Mahkemeler Başkan ve Üyeleri, her türlü duygusallıktan kendilerini arındırmalı ve hukukun gelişmesi yolundaki çabaları engellememelidir. Çağı yakalamak amacıyla yapılan anayasal ve yasal değişikliklerin, bu türlü davranışlarla önünün kesilmesi girişimleri, bugüne kadar Ülkemize yarar sağlamadığı gibi, bundan sonra da kuşkusuz ki sağlamayacaktır.
Konuşmamın bu bölümünde yaş sınırı nedeniyle geçen bir yıl içinde emekliye ayrılan üyelerimiz Sayın Enis Tunga, Sayın Mustafa Yaşar Aygün, Sayın Yalçın Acargün, Sayın Samia Akbulut ve Sayın Aysel Pekiner'e bundan sonraki emeklilik yaşamlarında sağlık, esenlik ve mutluluklar içinde uzun ömürler temenni ediyorum.
Ayrıca, Yüce Mahkemede görev alarak Anayasa Yargısının gelişiminde unutulmaz hizmetler veren çok değerli meslektaşlarımızdan hayatta olanlara sağlık ve esenlikler, vefat ederek aramızdan ayrılanlara da Tanrıdan rahmetler diliyorum.
Kuruluş Yıldönümü toplantımıza katılarak beni dinlemek lütfunda bulunmalarından dolayı tüm konuklara en iyi dileklerimi ve saygılarımı sunuyorum.
Mustafa BUMİN |
Anayasa Mahkemesi Başkanı |
25/04/2003
Sayın Cumhurbaşkanım,
Kurulduğu 25 Nisan 1962 gününden bugüne kadar, Cumhuriyetin ve parlamenter demokratik sistemimizin temel kuruluşlarından birisi olarak görevini etkin biçimde sürdürüp, hukukun gelişmesi yolunda verdiği büyük çabalar sonucu, toplumumuzdaki saygın ve onurlu yerini koruyan Anayasa Mahkemesi'nin 41. Kuruluş Yıldönümü Kutlama Törenine teşriflerinizden dolayı size ve tüm değerli konuklarımıza en içten duygularla saygılarımı sunuyorum.
Her yıl 6 eylülde kutlanan "Adli Yıl Açılış Törenlerinde" Yargıtay Başkanları ile Barolar Birliği Başkanları, 1963 yılından başlayarak bugüne kadar devam eden "Anayasa Mahkemesi Kuruluş Yıldönümü Kutlama Törenlerinde" Mahkeme Başkanları ve yine her yıl 10 mayısta yapılan "Danıştay'ın Kuruluş Yıldönümlerinde" Danıştay Başkanı ve Barolar Birliği Başkanlarınca değinilen ve giderilmesi istenilen yargıya ait sorunlar, ne yazık ki bugün de giderek daha da ağırlaşan biçimde devam etmektedir. Bunca yıl yapılan bu konuşmalara rağmen; yargıyı iyileştirme, hızlandırma ve etkinliğini arttırma yolunda gerekli tedbirlerin alınmaması ve özellikle yargıda görev alan hakim, savcı ve yardımcı personelin fizikî çalışma koşullarının iyileştirilerek, yaptıkları görevin önem ve kutsiyetine yaraşır biçimde malî ve sosyal haklara kavuşturulmaması, yargıyı ve yargısal faaliyetleri giderek daha da sorunlu hale getirmiştir.
Bu yıl yapacağım tören açılış konuşmasını iki ana başlık halinde sunmayı uygun buldum. Bunlardan birincisi, Anayasa Mahkemesi de dahil olmak üzere tüm adli, idari ve askeri yargı yerlerini ilgilendiren müşterek sorunlar, ikincisi ise, salt Anayasa Yargısına özgü sorunlar ve çözüm yollarıdır. Hiç kuşku duyulmamalıdır ki, değineceğim konulara, yukarıda sözünü ettiğim yüksek yargı organlarının başkanları tarafından kendi kuruluş günlerinde yaptıkları konuşmalarda birçok kez tekraren değinilmiştir.
YARGIYA VERİLMESİ GEREKEN ÖNEM
Anayasa'nın Başlangıç'ında belirtildiği gibi, her Türk vatandaşının, Anayasa'da belirtilen temel hak ve özgürlüklerden, eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürebilmesi, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirebilmesi, Cumhuriyetin temel niteliklerinin başında gelen ve Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesinin tüm kurallarıyla gerçekleşebilmesi için yargının hızlı, adil ve kaliteli biçimde hizmet vermesi gerekir. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinin (1) nolu bendinde, herkesin, müstakil ve tarafsız bir mahkeme tarafından yargılanma ve davasını makul bir süre içinde, aleniyet esaslarına göre ve hakkaniyete uygun biçimde sonuçlandırma hakkı olduğu kuralına yer verilmiştir.
Yargı hizmetinin gereği gibi yerine getirilememesinin en önemli nedeni, genel bütçeden yargıya ayrılan payın yıllar itibariyle giderek azalmasıdır. Oysa çağdaş bir yargı ve infaz sisteminin oluşturulabilmesi için, genel bütçeden yargıya yeterli ödeneğin verilmesi gerekir. Ne yazık ki yargısal faaliyetlerin büyük bir çoğunluğu yapı, mefruşat ve teknik donanım bakımından son derece yetersiz binalarda yerine getirilmeye çalışılmakta, bu ise yargının saygınlığı ile bağdaşmamaktadır. Bugün itibariyle adalet hizmetleri, hükümet konaklarının en izbe bölümlerinde veya mesken ya da iş hanı olarak yapılan kiralık adliye binalarında yerine getirilmeye çalışılmakta, bir çok hakim ve cumhuriyet savcısına oda bulunamamakta, mevcut olanların tefrişinde de büyük sıkıntılar çekilmektedir. Girmeye çalıştığımız Avrupa Topluluğu ülkelerinde mahkemelere ne denli önem verildiği ve yargı mensuplarının, saray veya saray benzeri binalarda her türlü teknik donanım içinde hizmet gördükleri herkesin malumudur. Bu nedenledir ki, sadece adını aldığımız ve fakat adından başka Avrupa'dakilere hiç benzemeyen binalara bizde de "Adliye Sarayı" adı verilmiştir. Türkiye'deki en iyi adliye saraylarından birisi ve belki de birincisi Ankara Adliye Sarayı'dır, ama daha 13 yıl önce inşaatının bitirilmiş olmasına rağmen yapıldığı tarih itibariyle hakimlere direkt telefon hattı verilmemiş, hizmet gördükleri çalışma odaları ise iki koltuğun yan yana konamayacağı kadar dar yapılmıştır.
Oysa hakim, Cumhuriyet Savcısı ve diğer yargı personeli için, çağın gelişmelerine ve hizmetin gereklerine uygun bir şekilde, münhasıran yargı hizmet binası olarak inşa edilmiş ve modern araç ve gereçlerle donatılmış hizmet binalarına gereksinim bulunmaktadır. Kuşkusuz ki, yargılamanın süratli bir şekilde sürdürülerek sonuçlandırılabilmesi için ayrıca, yapılacak harcamalara ait carî bütçe ödeneklerinin de zamanında ve yeteri kadar olması zorunludur. Oysa, genellikle yargı için ayrılan ödenekler yetersiz kaldığından, carî harcamaların karşılanmasında çok büyük sıkıntılarla karşılaşılmaktadır. Yeterli ödenek ayrılmaması bir yana, konulan ödeneklerin de zamanında serbest bırakılmaması adli hizmetlerin çok yavaş işlemesine sebep olmakta, bu durum adalete olan güven duygusunu sarstığı gibi, adil yargılanma hakkını da zedelemektedir. Bilindiği gibi, sadece yargılama sürecinin çok uzun sürmesi hali, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince, Sözleşmenin 6. maddesinde belirtilen adil yargılama hakkının ihlali olarak değerlendirilmekte ve Devletimiz aleyhine pek çok ihlal kararları verilmesi sonucu, önemli miktarlara varan maddi ve manevi tazminat ödenmektedir.
Öte yandan, yeni bir hukuk düzeni kurulması ve yargıda yeni bir yapılanmaya gidilmesi, hakim, savcı ve yardımcı personelin eğitimlerinin günün ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeye yükseltilmesi ile olanaklıdır. Bu nedenle, Adalet Bakanlığınca hazırlanan Türkiye Adalet Akademisi Tasarısı, Türkiye Büyük Millet Meclisi gündeminde bekletilmemeli en kısa zamanda kanunlaşması sağlanmalıdır.
Ayrıca, Mahkemelerin baktıkları dava miktarının giderek çok büyük artışlar göstermesi nedeniyle mevcut kadrolar yetersiz kaldığından, yargı hizmetinde çalışanların miktarları artırılmalı, bu personelin gerekli nitelikleri taşıyabilmesi için yetiştirilmelerinde büyük titizlik gösterilmelidir.
YARGIÇ ve SAVCILARIN MALİ ve SOSYAL HAKLARI
Büyük Atatürk, 5 Kasım 1925 tarihindeki Ankara Hukuk Fakültesini açış konuşmasında, adalet ve hukukun her şeyin temeli olduğunu, Cumhuriyetin yapıcısı ve kollayıcısı olan bu büyük kuruluşun açılışından duyduğu mutluluğu hiçbir girişimde duymadığını belirtmek suretiyle, hukuka saygı ve hukukçuya güven düşüncesinin en belirgin örneğini vermiş; "Bir hükümet ancak adalete dayanabilir. Bağımsızlık, özgürlük ve her şey adaletle var olur... Bir ülkede adalet olmazsa o ülkede anarşi var demektir. Orada özgürlük yok demektir." diyerek yargıya verdiği önemi göstermiştir. Kuşkusuz ki Atatürk'ün gerçekleştirdiği hukuk devrimi, Cumhuriyetin en güçlü eserlerinden biridir.
Yüce Atatürk'ün büyük önem verdiği adaletin gereği gibi dağıtılabilmesi için, mahkemelerin tarafsız olması, yani hakimin hüküm verirken, dosyadaki deliller ile kendi hukuk anlayışı ve vicdanının sesinden başka hiçbir şeyin etkisi altında kalmaması gerekir. Eğer bir yargıç karar verirken hukuk esasları ve vicdanı yerine, idarenin veya dava ile ilgili olanlardan herhangi birisinin etkisi altında kalırsa, bu takdirde vereceği karar özde adaletle ilgisi olmayan bir belgeden ibaret kalır. Bu durumda halkın adalete ve devlete olan güven duygusu sarsılır. Sürekli kaygılar altında ezilen ve yarınının ne olacağını bilemeyen kimselerin oluşturduğu toplum, önce çalışma gücünü, sonra da yaşama sevincini yitirir. Gittikçe artan bu güvensizlik ve kaygılar, hak aramada, yargıya başvuru dışında başka yollara yönelmeye yol açar.
Hakimin görevini başarmasında onun vicdanı ve seciyesi önemli bir teminattır. Hakimlerin adalet hizmetini yerine getirirken işledikleri haksızlık, adalet hizmetlerinde görevli olmayan herhangi bir devlet adamı veya kimsenin işlediği haksızlıktan çok daha korkunç, bu yolla açılan yara da diğerlerinden daha büyük ve derindir. Bu nedenle hakimlerin seçilmesine ve yetiştirilmesine çok önem vermek gerekir.
Hakimler, devlet işlerinde kendilerine en ağır işler ve ödevler yüklenilen kimseler olduğuna göre, onların bu sorumluluğuna karşılık olarak kişisel hakları belirlenirken, bu özel durumları, yani görevlerinin ağırlığı yasakoyucu tarafından gözönünde tutulmalı, görevin önem ve ağırlığıyla orantılı olarak çalışma koşulları yanında mali ve sosyal haklar sağlanmalıdır.
1966 ilâ 1972 yılları arasında Anayasa Mahkemesi üyeliği de yapan değerli hukukçu Recai Seçkin, 1962-1963 yıllarında Yargıtay Başkanı sıfatıyla yaptığı adli yıl açış konuşmalarında, hakimlik mesleği ile ilgili olarak şöyle demiştir: "....Adalet kapısı, bilhassa yönetim yerlerinin haksızlığını düzeltecek son kapı olunca adalet işleri, sosyal bakımdan, yönetim işlerinden daha önemli işler niteliğini kazanır... Son kapı olan mahkeme kapısı, gayet sağlam bir kapı olmalıdır ki, haksızlık oradan içeri sızmasın. Bu kapının sağlamlığı, sadece, konulan kanun hükümleriyle hakimin, yönetim erkinin veya işle ilgili bir yurttaşın etkisi dışında, kanun ve vicdanı ile baş başa bırakılması yoluyla sağlanmış olmaz. Kanunun gereği gibi uygulanabilmesi ve hatta hakimin okuduğunu ve söyleneni gereği gibi dinleyebilmesi ve anlayabilmesi, kendisinin herhangi bir üzüntü ve sıkıntısının bulunmamasına, yani iç rahatlığına sahip olmasına bağlıdır. Şayet hakim, maddi ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek güce sahip değilse, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, ruhî bakımdan kendisini işe veremez ve böyle bir hakimin kararı, büyük bir ihtimalle doğru olmaz... Hakimlerin büyük bir çoğunluğu, pek çok akşamlarını evlerinde dinlenerek geçiremedikleri gibi, hafta tatilinden de hemen hemen faydalanamazlar. Bu yaşam şartları, diğer meslektekilerden daha çabuk yıpranıp hastalanmaları veyahut mesleğe tam manasıyla yararlı olabilecekleri olgun bir çağda, meslekten çekilip, serbest hayata atılmaları ve durumu yakından bilen yeni hukukçuların da hakimliğe rağbet etmemeleri sonucunu doğurmaktadır... Bu güne kadar hakim olan yanlış bir düşünceye, hukuk devleti olma yoluna kesin olarak girmemizden sonra artık değer vermemek gerekir. O da, hakimin dahi devletin bir memuru bulunması sebebiyle diğer memurlardan farklı bir malî hakkı olamayacağı ve öbür memurların işlerinin dahi hakimin işi kadar önemli bulunduğu düşüncesidir..."
Bu anlamlı ifadeler, kullanıldığı 40 yıl öncesi gibi bugün de aynen geçerlidir. Geçen bu uzun süreç içinde yargı faaliyetlerinin etkin ve hızlı yürümesini sağlayacak hiçbir ciddi önlem alınmamış, yargıçların çalışma koşulları ve özlük hakları iyileştirilmemiştir.
1960'lı yıllardan önce, birinci sınıfa ayrılmış hakimlerin aylıkları Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi parlamenter maaşları ile eş düzeyde iken, ne yazık ki bugün, bağımsız idari kuruluşlarda çalışan ve 10 yıllık memuriyet kıdemi bulunan bir uzman maaşının altına düşmüştür. Bu nedenle, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu asıl üyeliği yaptığım 1989-1992 yılları arasında İstanbul'a naklen atanan hakim ve savcıların, geçim sıkıntısı çekecekleri mazeretini ileri sürerek tayin yerlerini değiştirmek için ne kadar büyük çaba sarfettikleri hiçbir zaman belleğimden çıkmamıştır.
Açıklıkla söylüyorum, yargıç ve savcıların yaptıkları hizmeti bağımsız idari kurumların uzmanlarının gördüğü işten daha az önemli gören, bu nedenle Avrupa Birliği'ne üye ülkeler bir yana, Macaristan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hakimlerinin sahip olduğu olanaklardan dahi yoksun kılan zihniyetle hukuk devleti gerçekleştirilemez.
Sayın Cumhurbaşkanım,
EGEMENLİK, İNSAN HAKLARI ve ANAYASA MAHKEMESİ
Anayasalar, insan hak ve özgürlüklerini korumayı, adalet ve bireysel güvenliği sağlamayı amaç edinir. Bu amacın gerçekleştirilmesi için halkın temsilcisi olan yasamanın tasarruflarının da denetlenmesine gereksinim duyulmuş, bu nedenle hukukumuzda önemli bir aşama olan Anayasa Mahkemesi 1961 Anayasasıyla kurulmuştur.
Egemenliğin, devletin meşruiyet kaynağı olan "birey" aleyhine kullanılmasının önündeki en büyük engel Anayasa Mahkemeleridir. Ancak, hukuk düzeninin ve egemenlik kullanımının ulusal niteliği nedeniyle etkin ve akılcı bir zafer olarak nitelendirilebilecek olan Anayasa Mahkemelerinin, egemenliğin meşruiyet kaynağının ulusal zeminden uluslararası zemine kayması, dolayısıyla pozitif hukukun, hatta anayasaların dahi uluslararası güç ilişkilerince belirlenen duruma gelmesi karşısında, bu etkinlik ve geçerliliklerini sürdürebilmeleri tartışılabilir hale gelmiştir.
Bu durumda, Anayasa Mahkemeleri ya işlevsellik kaybına uğrayıp sembolik kurumlar haline indirgenecek, ya da Anayasa Mahkemelerinin işlevleri yeniden tanımlanacaktır. Anayasa Mahkemeleri yalnızca ulusal pozitif normlara göre değil, uluslararası metinlere, kimi zaman onun da ötesinde evrensel ilkelere göre "hukuksallık" denetimi yapacaktır.
Kuşkusuz ki, yalnızca biçimsel anlamdaki bir hukuk devleti ilkesi ile adalet, hukuksal güvenlik, temel hak ve özgürlükler sağlanamaz. Adaleti amaç edinmeyen, insan onuruna uygun düşmeyen bir yasama tasarrufu pozitif hukuk tarafından korunsa dahi, hukuk devleti ilkesine uygun düşmez. Yasaların ve siyasal iktidarlar işlemlerinin, insan haklarını ihlal, ulusal ve uluslararası barışı tehdit, evrensel değerleri zayıflatıcı bir araç olarak kullanılması, pozitif düzenlemeler izin verse ve Anayasal denetim yolları tıkalı olsa bile hukuka uygun hale gelmez.
Bu tür biçimsel anlamda hukuksal olan işlem ve eylemlerin, siyasal yaşama ve dünya barışına nasıl zarar verdiğine dair gerek dünya tarihinde ve gerekse siyasal geçmişimizde birçok örnekler bulunmaktadır.
Etnik köken, din, cinsiyet ve benzeri faktörler gözetmeksizin "insan" ortak paydasında buluşan "yurtta barış, dünyada barış" ilkesinin anlamını her geçen gün daha çok benimseyen Türk Ulusu, dünya ulusları arasındaki onurlu yerini giderek daha da güçlendirmektedir. Türk Ulusu, ulusal onurunun korunmasının ve dünyada barışın sağlanmasının ancak evrensel hukukun tüm dünyaya egemen olması ile mümkün olacağının bilincindedir. Şüphesiz ki, Türk Ulusu adına siyasal iktidarı kullanan organlar da ülkenin dış politikasının belirlenmesine ilişkin işlem ve eylemlerinde bu gerçeği göz önünde bulundurmalıdırlar.
Uluslararası güvenlik ve barışın sağlanamadığı, güç ilişkilerinin belirlenemediği "güçlülerin hukuku" yerine, "evrensel hukuk"un ikame edilemediği bir dünyada ulusal barış ve güvenliğin sağlanması da olanaklı değildir.
Adaletli bir Dünya barışının sağlanabilmesi için; Anayasa'nın Evrensel hukuk ilkelerine ve Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerine aykırı yönlerinin giderilmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi'nin, evrensel hukuku yakından izleyebilecek konuma gelmesini sağlayacak dinamizme kavuşturulmasına iş yoğunluğu engel olduğundan, Mahkemenin konumu ve işlevleri ile bağdaşmayan Siyasi Partilerin Mali Denetimi" görevi Anayasa Mahkemesi'nden alınmalı, Mahkemenin birden çok daire ve kurul halinde yeniden oluşturulması sağlanarak Anayasa şikayeti yolu da kabul edilmek suretiyle güçlü bir temel hak ve özgürlük koruma sistemi Ülkemize yerleştirilmelidir.
ANAYASA MAHKEMESİNİN İŞ YÜKÜ VE
YENİDEN YAPILANMASI LÜZUMU
Anayasa Mahkemesi, insan hak ve özgürlüklerinin korunup kollanması ve hukuk devletinin gerçekleşmesi amacıyla bugüne kadar yürüttüğü etkin ve özverili çalışmalarını bundan sonra da devam ettirecektir. Ancak tüm yargı organlarında olduğu gibi, Anayasa Mahkemesinde de dosyaların karara bağlanması ve verilen kararların, varsa azlık oyları ile beraber yazılarak Resmi Gazeteye verilmesinde gecikmeler olabilmektedir. Kuşkusuz ki bunun başlıca nedeni, Anayasa Mahkemesinin son iki yılda ağır bir iş yükü altına girmiş olmasıdır.
Mahkemeye, kurulduğu 1962 yılından 1980 yılına kadar 18 yıl içinde toplam 1648 başvuru yapılmış olup, bunun yıllık ortalaması 91'dir. 1980 ilâ 2000 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede açılan dava adedi ise 1220 olup, yıllık ortalama 61'dir.
Bu 38 yıllık süreçte olağan nitelikteki başvuruya karşın 2001 yılında 556 başvuru yapılmış, 370 adedi karara bağlanarak ertesi yıla 186 dosya devir yapılmıştır. 2002 yılında, önceki yıldan devreden ve gelen toplamı 369 dosyadan 209'u karara bağlanmakla birlikte 160 adet dosya da 2003 yılına devretmiştir. 20 Nisan 2003 tarihi itibariyle mevcut dosya adedi 201'e ulaşmıştır.
Son iki yılda çıkartılan işlerin, 2000 yılına kadar geçen 38 yılın ortalaması olan 75 dosya ile mukayese edilmesi halinde yüzde beşyüz oranında arttığı görülmektedir. Bu artan iş yükü de kararların yazımını ve Resmi Gazetede yayımını geciktirmektedir.
Anayasa Mahkemesi'nin ağır iş yükü altına girmesini başlıca dört nedene bağlamak mümkündür. Bunlardan birincisi, Avrupa Birliğine giriş süreci nedeniyle gerek 3 Kasım 2002 seçimlerinden önceki ve gerekse bugünkü Hükümet döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin çok yoğun çalışma yaparak pek çok yasayı yürürlüğe koyması; ikincisi, 2001 yılında Anayasa'da yapılan önemli nitelikteki değişikliklere rağmen, zaman geçirilmeksizin değiştirilen Anayasa kurallarına uyumlu biçimde gerekli yasal düzenlemelerin yapılamamış olması, üçüncü bir neden de, tüm yargı organlarına olduğu gibi, Anayasa Mahkemesine başvuru yollarının da gerek vatandaşlar ve gerekse Mahkemeler tarafından öğrenilmiş bulunulması, dördüncüsü ise, Anayasa'nın geçici 15. maddesinin kaldırılması sonucu daha önce Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülemeyen Konsey döneminde çıkartılan 626 adet yasa hakkında Anayasa Mahkemesine başvurma imkanının sağlanmış olmasıdır.
Bir hukuk devletinde Anayasa Mahkemesine başvuruyu sınırlayan yasal düzenlemeler yapılamayacağına göre, giderek artan bu dava yükünün altından kalkılabilmesi için, Anayasa Mahkemesinin, 41 yıl önce kurulduğu gün oluşturulan geleneksel yapısından kurtarılması ve yeniden yapılandırılması gerekir.
Bu konuda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin oluşum biçimi ve çalışma yönteminin örnek olarak alınabileceğini düşünüyorum. Türkiye Barolar Birliği Anayasa Önerisi Hazırlama Komisyonu Üyelerince hazırlanan ve Birlik tarafından 2001 yılında yayınlanan Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi isimli çalışmada, Anayasa Mahkemesi için gösterilen oluşum, ana hatları itibariyle tarafımdan da olumlu karşılanmaktadır.
Böylece Anayasa Mahkemesi bir Büyük Kurul, iki Daire, iki de Kurul'dan oluşacak; Büyük Kurul Anayasa Mahkemesi Başkanının Başkanlığında 18 Üye, Daireler 1 Başkan ve 8 Üye, Kurullar da 1 Başkan ile 6 Üyeden oluşacak, ayrıca Daire ve Kurullar nezdinde üçer Üyeli "Ön İnceleme Komisyonları" kurulacaktır.
Ana hatları itibariyle açıklanan bu oluşumla, gelecekte tanınacak olan bireysel başvuru ve organ başvurusu sonucu onbinleri bulacak olan dosyaların altından kalkılması sağlanmış olacaktır.
Anayasa Mahkemesinin iş yükünün azaltılabilmesi için Anayasakoyucu ile başvuran mahkemelere de önemli görevler düşmektedir. Bu nedenle Anayasa Komisyonu, anayasa yargısını çok iyi bilen hukukçu üyelerden oluşturulmalı, yasa yapım süreci içinde Anayasa Mahkemesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin geçmişteki içtihatları yakından izlenerek yasalaşma sürecine geçilmelidir. Oysa çoğu kez birkaç kişilik küçük bir grubun özverili çalışması ile yasa metni şekillenmekte, Genel Kurulda son anlarda verilen önergelerle maddelerde değişiklikler yapılarak mevcut olan uyum ve bütünlük bozulmaktadır.
Öte yandan, ilk derece mahkemelerinden gelen başvurular gereken ciddiyet ve hassasiyetle hazırlanmalı, hakimler, kendilerini Anayasaya aykırılık kanaatına ulaştıran nedenleri, kendi anlayış biçimlerine göre değil, Anayasa Mahkemesinin verdiği kararlardaki gerekçelere dayandırmalıdır.
ANAYASA NORMUNUN ANAYASAL DENETİMİ
Anayasa'nın 148. maddesine göre, Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden denetleyebilmekte, bu tür denetim ise, teklif ve oylama çoğunluğu ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlı bulunmaktadır.
Anayasa değişikliklerinin esas yönünden Anayasanın diğer kuralları ile Uluslararası Sözleşmelere aykırılığının incelenememesi, siyasal iktidarları, hukukun genel ilkelerine aykırı olsa bile, beğenmedikleri Anayasa kurallarını sık sık değiştirerek, yasalara anayasal güvence sağlamak gibi bir gayret içine sokmaktadır. Böyle bir anayasa kuralına göre çıkartılan yasalar, hukuka aykırılığına karşın şeklen anayasaya uygun görünmekte, belki anayasal denetimden kaçırılmakta, fakat hukuk devleti ilkesine aykırı düşmektedir.
Anayasa'nın 2. maddesinde öngörülen nitelikte hukuk devleti olabilmek için, insan haklarına saygı göstermek, bu hakları koruyucu, adaletli bir hukuk düzeni kurmak ve bunu devam ettirmekle kendini zorunlu saymak, bütün etkinliklerde hukuka uygun davranmak gerekir. Hukuk devleti ilkesi, devletin tüm organlarının üstünde hukukun mutlak bir egemenliğe sahip olmasını, yasa koyucunun da kendisini her zaman, Anayasa yanında, hukukun üstün kuralları ile de bağlı saymasını zorunlu kılar. Hukukun temel ilkelerine dayanmayan, Devletin amaç ve varlık nedeniyle bağdaşmayan ve sadece belirli bir zamanda oluşan çoğunluğa dayanılarak çıkartılan yasalar, kamu vicdanında olumsuz tepkiler yaratır. Böyle bir yasayı ve hatta anayasayı hukuk devletinin tasarrufu niteliğinde saymak olanaksızdır. Devletin tüm organlarının yaptığı işlemlerin geçerliliği, hukuk devleti ilkesine uygunluğuna bağlıdır. Ayrıca, hukuk devletinin öğeleri arasında, yasaların kamu yararını gözetmesi ilkesi de vardır. Bu ilkenin anlamı, kamu yararı düşüncesi olmaksızın, yalnızca özel çıkar ve durumlar için veya yalnızca belli kişiler yararına herhangi bir yasa kuralının konulamayacağıdır.
Açıklanan nedenlerle, Anayasa normunun, sınırlı biçimdeki şekil denetimi dışında Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi olamamasından yararlanarak, ulusalüstü hukuk normlarına veya hukukun genel ilkelerine aykırı Anayasa değişiklikleri yapmak hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.
YEDEK ÜYELİĞİN KALDIRILMASI
25 Nisan 2001 günü Anayasa Mahkemesinin 39. Kuruluş Yıldönümü Kutlama Töreninde değindiğim yedek üyeliğin kaldırılması konusuna, önümüzdeki dönemde yapılacak kapsamlı Anayasa değişiklikleri sırasında değerlendirilmesi arzusuyla bir kez daha değineceğim.
Aynı kaynaklardan, aynı koşullara bağlı olarak aynı yöntemlerle seçilen ve aynı statüde bulunan Anayasa Mahkemesi üyeleri arasında asıl ve yedek ayrımı yapılmasının hiçbir haklı nedeni ve hizmete ilişkin herhangi bir yararı da yoktur. Avusturya Anayasa Mahkemesi dışında hiçbir Avrupa Anayasa Mahkemesinde yedek üyelik bulunmamaktadır. Asıl üyeliğin boş olması veya üyenin özrü bulunması durumunda, Anayasa Mahkemesi Başkanı ve Başkanvekili seçiminde oy kullanabildiği halde bu görevlere seçilme hakkından yoksun olan, Uyuşmazlık Mahkemesi Başkan ya da Başkanvekili seçimlerinde aday olabildikleri halde, asıl üyelerin tamamının kurula katılması durumunda bu seçimde oy kullanamayan yedek üyeliğin kaldırılması gerekir. Hiç kuşku yoktur ki, yedek üyeliğin kaldırılmasıyla Mahkemenin daha verimli çalışması sağlanmış ve etkinliği de arttırılmış olacaktır.
SİYASAL PARTİLERİN KAPATILMASI DAVALARI
40. Kuruluş Yıldönümü Kutlama Töreninde bu konudaki görüşlerimizi belirtmemize rağmen geçen bir yıllık süreç içinde konu güncelliğini koruduğu ve hatta diğerlerine nazaran daha da ön plana geçtiği için konuya yeniden değinilmiştir.
Anayasa'nın 68. maddesiyle, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez öğelerinden sayılan siyasi partilerin faaliyetleri, Türkiye'de pek çok kez yargı kararı ile sona erdirilmektedir. Bugün itibariyle kapatma kararı verilen siyasi parti sayısı 24 olup, bu rakam, parlamenter demokrasi ile yönetilen ülkelerden hiçbirinde rastlanmayacak kadar yüksektir. Türkiye'deki siyasi partilerin, tüm değerleri oya çevirerek iktidar olabilme gayreti içinde, fertler için yasaklanan söz ve eylemleri yapma eğiliminde olmaları, kapatma kararı verilmesinde önemli bir etken ise de, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nda pekçok davranışın kapatma nedeni olarak sayılmış olması da kapatma kararı verilmesine yol açmaktadır.
1995 ve 2001 yıllarında Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde yapılan değişikliklerde, siyasi partilerin kapatılma nedenleri sayılmak suretiyle, bunlar dışında kalan eylemlerle kapatma kararı verilemeyeceği öngörülmüş, 149. maddesiyle de karar nisabında yükselme yapılmış ise de, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu, tümü itibariyle ele alınarak Anayasa'da yapılan değişikliğe uyumlu hale getirilmediğinden, partilerin kullandığı kimi isimler, büyük kongrelerini öngörülen süre içinde yapmamaları, aralıksız iki dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimlerine katılmamaları, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasa'nın 136. maddesi hükmüne aykırı amaç gütmeleri gibi birçok durum halen parti kapatma nedeni sayılmaktadır.
2001 yılında Anayasa'nın geçici 15. maddesinde yapılan değişikliğe kadar, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun sonradan değiştirilen maddeleri dışında kalan bölümleri için Anayasa'ya aykırılık savıyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasının yasaklanmış olması, bu yasakların kalıcı olmasını sağlamış, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilemediği gibi parlamento tarafından da değiştirilerek Ulusalüstü normlara ve Anayasa'ya uyumlu hale getirilmemiştir.
Öte yandan, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 104. maddesinde yapılan son değişiklikle, bir siyasi partinin, bu Kanun'un 101. maddesi dışında kalan emredici hükümleriyle diğer kanunların siyasi partilerle ilgili emredici hükümlerine aykırı eylemlerinin sabit görülmesi ve altı aylık süre içinde bu aykırılığın giderilmemesi durumunda, o siyasi partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılabilmesi için Anayasa Mahkemesi'ne Cumhuriyet Başsavcılığı'nca resen dava açılabileceği öngörülmüş ise de, genel seçimlerde aldıkları oy itibariyle Devlet yardımı alamayan partiler bakımından bu maddenin uygulanabilme olanağının bulunamayacağı gözardı edilmiştir. Hernekadar aynı anılan Kanun'un 111. maddesinde 2.1.2002 gününde yapılan değişiklikle, 104. maddeye göre verilen ihtar kararının gereğini yerine getirmeyerek partiyi Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakan sorumlular ile Devlet yardımından faydalanmayan siyasi partilerin sorumluları hakkında üç aydan altı aya kadar hapis cezası verileceği kurala bağlanmış ise de, bu durum dahi Devlet yardımı alamayan partilerin, 104. maddeye aykırı eylemlerinin parti bakımından cezasız kalması sonucunu değiştirmemektedir. O halde tüm partiler için uygulanabilir nitelikte müeyyideler getirilmesi gerekir.
Öte yandan, siyasi partilerin kapatılması başlıca iki bakımdan önem arzetmektedir. Bunlardan birincisi, partinin kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olanlar bakımından kapatma kararının Resmi Gazete'de yayımından başlayarak beş yıl süreyle getirilen seçilme yasağı, diğeri ise, partinin malvarlığının Hazine'ye irat kaydedilmesi keyfiyetidir. Malvarlığına sahip olmayan siyasal partiler ile, alacağı oy itibariyle ülke ve il barajını aşamaması sonucu seçilemeyen adaylar için bu müeyyideler pratik bir sonuç doğurmayacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanım,
CUMHURBAŞKANINA
YÜKSEK MAHKEME ÜYELERİNİ VE YARGITAY BAŞSAVCISINI SEÇME
KONUSUNDA TANINAN YETKİLER
Anayasa'nın 2. maddesinde sözü edilen hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesini gerçekleştirilebilmek için gereken koşullardan birisi de yargı bağımsızlığı ve hakimlik teminatıdır.
Anayasa'nın 104. maddesinin (c) bendine göre Cumhurbaşkanı; Anayasa Mahkemesi, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeleri ile Yargıtay Başsavcısını kendisine sunulan adaylar arasından, Danıştay üyelerinin dörtte birini de doğrudan seçmektedir.
Sayın Cumhurbaşkanımız Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla 25 Nisan 2000 günü, Anayasa Mahkemesi'nin 38. Kuruluş Yıldönümü Kutlama Töreninde yaptıkları konuşmalarında; "...Anayasa'ya göre, Cumhurbaşkanı, yalnız 'Yürütme organı' içinde değil, tüm devlet yapısında üstün bir konuma ve yetkilere sahip bulunmaktadır. Yasaların iptali isteminde de bulunabileceğinden Anayasa'ya uygunluğun yargısal denetiminde de önemli bir yetkiye sahiptir. Ancak Anayasa'nın 104. maddesinde Cumhurbaşkanına verilen yetkiler parlamenter demokrasinin sınırlarını aşmaktadır. Oysa, demokratik devlet düzeninde, ulusal iradeyi temsil eden parlamento dışında sorumsuz bir Cumhurbaşkanının yönetimi paylaşması ve tek başına önemli yetkiler kullanması kabul edilemez. Açabileceği bir iptal davasına bakacak olan Anayasa Mahkemesi'nin üyelerini yürütme organının başı olan, Cumhurbaşkanının seçmesi hukuk devleti ilkesinin gereklerinden olan yargı bağımsızlığıyla bağdaşmamaktadır. ...Anayasa'nın 104. maddesinin (c) bendi yürürlükten kaldırılmalı veya en azından Cumhurbaşkanı'nın Anayasa Mahkemesi üyeleri ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını seçme görev ve yetkisine mutlaka son verilmelidir..." demişler; bir yıl önceki konuşmalarında da, bu konuda tanınan yetkilerin objektif ve olumlu kullanılıyor olmasının da sorunu ortadan kaldırmayacağını ifade etmişlerdir.
Bu konuda Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptıkları konuşmadan alıntı yaptığım görüşlerine bütün gönlümle katılıyor, Anayasa değişikliklerinde gerekli düzeltmelerin yapılacağını umuyorum. Hiç kuşku yoktur ki, anılan Yüksek Mahkeme ve Kurul Üyelikleri ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına yapılacak seçimin tek dereceli olarak Yüksek Mahkemeler Genel Kurullarınca yapılması en uygun olanıdır. Yargıtay Daire Başkanları ile Birinci Başkanını doğrudan seçen Yargıtay Genel Kurulunun, Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını nihai olarak seçemeyeceğini düşünmek mümkün değildir. Kaldı ki, Danıştay'da da Danıştay Başsavcısı, Danıştay Genel Kurulunca tek dereceli olarak seçilmektedir. Nitekim 1961 Anayasasının 145. maddesine göre Anayasa Mahkemesi Üyeleri, Yargıtay ve Danıştay Genel Kurullarınca kendi Başkan ve Üyeleri ile Başsavcıları arasından üye tam sayısının salt çoğunluğu ve gizli oyla seçiliyorlardı. İki dereceli seçim, birçok Yüksek Mahkeme üyesinin aday olma arzusunu engellemekte, adayların, Genel Kuruldan en yüksek oyu alarak seçilmiş olmaları halinde bile, Cumhurbaşkanına yakınlığı bulunan başkalarıyla birlikte aynı listede sunulmaları durumunda seçilme şansları olmayacağı izlenimine kapılmalarına neden olmaktadır.
HAKİMLER VE SAVCILAR YÜKSEK KURULU
1982 Anayasası, yürütmeyi güçlendiren, bireye karşı devleti ön planda tutan bir anlayışla, 1961 Anayasasının birçok kurallarına aykırı biçimde hukukun üstünlüğünü ve hukuk devleti ilkesini zedeleyen ve biri diğeriyle çelişen kimi kurallar içermektedir.
Bu genel yapısı nedeniyle Anayasada yargı bağımsızlığını ve hakim teminatını zedeleyen düzenlemeler bulunmaktadır. Örneğin, Yargıtay Başkanı Sayın Eraslan Özkaya'nın 2002-2003 adli yılı açılış konuşmasında belirttiği gibi, Anayasa'nın; hakim ve savcıların idari görevleri yönünden Adalet Bakanlığına bağlı olduklarını öngören 140. maddesinin altıncı fıkrası, hakimler ve savcıların denetimi ve görevlerine ilişkin soruşturma yapma iznini Adalet Bakanlığına veren 144. maddesi, hakim ve savcıların, mesleğe kabul, atama, nakletme, yükselme, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme ve görevden uzaklaştırma gibi özlük hakları konusunda idari dava konusu yapılamayacak nitelikte kesin kararlar verilmesini öngören 159. maddesi hakimlik teminatı ve yargı bağımsızlığını zedeleyecek niteliktedir. Adalet Bakanının Başkanlığını yaptığı ve Adalet Bakanlığı Kuruluş Kanununa göre Bakanın emrinde olan ve Kurulun tabii üyesi sayılan Bakanlık müsteşarının da bulunduğu ve kendisine ait müstakil binası, sekreteryası ve teftiş kurulu bulunmayan bir Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun aldığı kararlar hakimin bağımsızlığı ve teminatına gölge düşürmektedir.
Bu nedenle Yüksek Kurul, adli ve idari yargı bölümlerinden oluşmak üzere yeniden yapılanmalı, Kurulun objektif kriterlere göre karar vermesini sağlayacak kurallar konmalı, Kurul kararlarının yargısal denetimi sağlanmalı, sekreterya ve teftiş kurulu Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na bağlanmalı ve bu Kurulun müstakil bütçesi olmalıdır.
ANAYASADA YER ALAN VE YARGISAL DENETİMİ
SINIRLAYAN KURALLAR
Hukuk devleti ve hukuka bağlı devlet, yönetenlerin de yönetilenler gibi hukuka bağlı olmasını gerekli kılar. Devletin üstün otoritesinin hukuka bağlılığının ilk koşulu ise yargı denetiminin devletin tüm organlarını kapsamasıdır. Hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu, idarenin yargısal denetimidir. İdarenin hukuka bağlılığının tam olarak sağlanabilmesi için; yargı denetiminin yaygın olması, kimi idari işlem ve eylemlerinin yargı denetiminin dışında kalmaması ve hak arama özgürlüğünün herkese açık olması gerekir. Devlet, hak arama özgürlüğünü daraltan tüm sınırlamaları ortadan kaldırmalı ve bu yolla adaletin gerçekleştirilmesini sağlamalıdır.
Kimi kişi veya kurumların yaptığı işlerin önem ve özelliğinden söz edilerek, işlemlerinin yargı denetimi dışında bırakılması ve anayasal denetimden kaçırmak maksadıyla bu kurallara anayasada yer verilmesi hukuk devleti ilkesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesiyle bağdaşmaz.
Bu nedenlerle, Anayasa'nın 105. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan; Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve emirler, 125. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan; Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şura kararları, 129. maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan; uyarma ve kınama cezalarına ilişkin kararlar ile 159. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarının yargı denetimi dışında bırakılmasını öngören kuralların Anayasa'dan çıkartılması gerekir.
Konuşmamın bu bölümünde yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılan Üyelerimiz Sayın Rüştü Sönmez ile Sayın Nurettin Turan'a bundan sonraki emeklilik yaşamlarında sağlık, esenlik ve mutluluk içinde uzun ömürler diliyor, Yüce Mahkemede görev alarak unutulmaz hizmetler veren çok değerli meslektaşlarımızdan hayatta olanlara da sağlık ve esenlik temennilerimi iletiyorum.
Tüm konuklara en iyi dileklerimle saygılar sunuyorum.
Mustafa BUMİN Anayasa Mahkemesi Başkanı |
25/04/2002
Sayın Cumhurbaşkanım,
Cumhuriyetimizin ve demokratik parlamenter sistemimizin temel kuruluşlarından birisi olarak, hukukun gelişmesi yolunda verdiği çaba sonucu, toplumumuzda saygın ve onurlu yerini alan Anayasa Mahkemesi'nin 40. Kuruluş Yıldönümü Kutlama Törenine teşriflerinizden dolayı şükranlarımı ve saygılarımı sunuyorum.
Anayasa Mahkemesi, kurulduğu 25 Nisan 1962 gününden bugüne kadar, görevini yansız ve bağımsız biçimde yerine getirirken; devamlı olarak Atatürk ilke ve devrimleri ile demokratik hukuk düzenini gözönünde bulundurmuş ve hukuk devletinin temel taşlarından birisi olarak, çağımızda giderek korunup kollanan insan haklarının en üst düzeydeki koruyucusu olmuştur.
Uluslararası hukukta ve Türk hukukunda insan haklarına verilen ve giderek artan önemi daha da belirgin biçimde anlatabilmek için insan haklarının geçirdiği evrime kısaca değinmek gerekir.
İNSAN HAKLARI
Yirminciyüzyılın ikinci yarısı "İnsan Hakları Çağı" haline gelmiş, son dönemlerdeki çabalar sonucu, insan hakları ve özgürlükleri, kuramsal alandan çıkıp uygulama alanına girerek etkili bir güvenceye kavuşturulmuştur. İnsan haklarının korunması ve güvence altına alınması, önceleri bir iç hukuk ve anayasa sorunu olarak görülmüş iken, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, devletlerin iç işi olmaktan çıkarak uluslararası bir nitelik kazanmıştır.
Günümüzde insan hakları ve özgürlükleri, insanlığın onuru ve erdemi sayılmaktadır. Bu nedenle devletler, bu yolda en sağlam ve gerçek güvenceyi sağlamak suretiyle insan haklarının yaşama geçirilmesi için, gerekli hukuksal düzenleme ve önlemleri zaman geçirmeksizin almalıdırlar. Vazgeçilmez ve devredilemez nitelikteki insan haklarına, en başta ülkelerin kendi anayasalarında yer verilmelidir. İnsan haklarına dayalı anayasalar, saygın ve çağdaş nitelikleri itibariyle insana ve insanlığa hizmet etmiş olurlar. Devletlerin bu hakları tanımama veya güvenceye almama gibi bir tutuma girmeleri durumunda ise saygınlıkları, hatta varlıkları dahi tartışma konusu olur.
İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki olaylar sonucu, insan haklarının korunmasının sağlanması için yargısal güvenceye kavuşturulması gerekmiştir. Bu nedenle, Avrupa Konseyi çerçevesinde bölgesel bir koruma mekanizması oluşturmak için, "İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi", kısa adıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yapılmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile, sözleşmeci devletlerde herkese, bu sözleşmenin kapsamına giren hak ve özgürlükler tanınmış; böylece bireyler, ulusal hukuk öznesi olmanın yanında, uluslararası hukuk öznesi olarak da hak sahibi olmuşlardır.
Sözleşmeye taraf olan devletlerin sözleşmeden doğan yükümlülüklerinin yerine getirilmesinin sağlanması amacıyla, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile Avrupa İnsan Hakları Divanı oluşturulmuş, Sözleşmenin güvencesi altına alınan hak ve özgürlüğün, sözleşmeci devlet tarafından çiğnenmesi durumunda, mağdur olan bireyin devletini komisyona şikayet etmesine olanak tanınmıştır.
Avrupa Konseyi üyesi devletler, bireysel başvuru hakkı tanımakla büyük ölçüde insan hakları sorunlarını çözmüşler; Komisyon, Divan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına, ulusal yargı kararlarına olduğu gibi saygılı olmayı öğrenerek; Sözleşmeyi ihlal mevzuattan kaynaklanıyorsa, mevzuatı sözleşmeye uygun hale getirerek, gereksiz yere insan hakları ihlali yapan ülke konumuna düşmekten ve tazminat ödemekten kurtulmuşlardır.
Bireysel başvuru hakkının 28 Ocak 1987'de tanıması sonucu, Sözleşme ile güvence altına alınmış olan hak ve özgürlüklerinin çiğnenmesi durumunda, herkese Türkiye'yi Komisyon'a şikayet edebilme hakkı tanınmıştır. Üç yıl sonra 22 Ocak 1990 tarihinde de, Divanın zorunlu yargı yetkisinin tanınması ile Sözleşme, Türkiye bakımından tam olarak işler hale gelmiştir.
Kuşkusuz ki, Sözleşmenin Türkiye'de etkin biçimde uygulanabilmesi için, başta hukukçular olmak üzere tüm yönetenlerin ve bireylerin, Sözleşmeye ilgi duymaları sağlanmalıdır. Bu nedenle, Anayasamızın 90. maddesine göre iç hukukumuzun bir parçası olan sözleşmenin gereği gibi uygulanabilmesi amacıyla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları yakından izlenmeli ve buna göre gerekli önlemler zaman geçirilmeksizin alınmalıdır.
Anayasa Mahkemesi'nin 39. kuruluş yıldönümü nedeniyle geçen yıl yaptığım konuşmamda da belirttiğim gibi, Anayasanın 90. maddesindeki düzenleme nedeniyle, Danıştay'ın sınırlı miktardaki kararları dışında, milli yasalarımızdaki bir kural ile uluslararası Andlaşmaların çatışması durumunda, her zaman ulusalüstü normların uygulanması yoluna gidilememiş, iç hukukumuzda yasaların çatışması halinde uygulanacak yöntem izlenmiştir. Bu tutum ise çoğu kez uluslararası andlaşmalara aykırı da olsa milli yasalarımızın uygulanmasını gerektirmiş, bu nedenle de, Sözleşmede öngörülen temel haklarının ihlal edildiği savıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne fertlerin yaptıkları başvuru, lehlerine sonuçlanmıştır.
Daha çok polis ve güvenlik güçlerinin maksadı aşan uygulamaları ile yaşam hakkı, gözaltında bulundurma süresinin uzunluğu, adil yargılama hakkı ve inanç özgürlüğü, siyasi partilerin kapatılması, hak arama özgürlüğünün sınırlandırılması ve mülkiyet hakkına dayalı olarak yapılan başvuruların büyük bir çoğunluğunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye aleyhine ihlal kararları vermektedir. Her ne kadar Türk Hükümeti yapılan başvuruyu inceleyerek, ihlal kararı çıkacağını tahmin ettiği hallerde, başvurucuyla anlaşıp "Dostane Çözüm" yoluyla belli miktarda tazminat ödemek suretiyle Mahkemenin yargılamasına fırsat vermeden başvuruları sonuçlandırarak Ülkemizi insan hakları ihlali yapan ülke konumuna düşürmekten kurtarmakta ise de, bu yolla ödenen tazminatlar çok önemli miktarlara ulaşmaktadır.
Batılılaşma konusundaki çabalarımızı zorlaştıran ve bizi, hak etmediğimiz biçimde ağır insan hakları ihlali yapan ülke konumuna sokan bu durumdan zaman geçirilmeden çıkmamız gerekir.
2001 yılı içinde Anayasa'da yapılacak değişiklikler arasına Anayasa'nın 90. maddesi de alınarak, Uluslararası Andlaşmalara; uygulamadaki sıra bakımından Anayasa'nın altında, milli yasalarımızın üzerinde yer verilmesine ilişkin tasarının Parlamentodan geçmemesi, kanımızca iyi olmamıştır.
Avrupa'nın birçok ülkesinde bu tür düzenlemelere yer verilmiş iken, 90. maddeyle ilgili Meclis müzakereleri öncesi kimi Devlet yetkilileri, siyasi parti lider ya da mensupları ile yazılı ve görsel medya yazar veya programcıları tarafından yoğun biçimde tasarı aleyhinde yapılan yayın nedeniyle, Anayasanın 90. maddesinde istenilen değişiklik gerçekleşememiştir.
Uluslararası Andlaşmalara yasa üstü değer vermenin, egemenlik hakkımızın kısmen terkedilmesi veya sınırlandırılması anlamına geleceği yolundaki görüşlere katılamıyorum. Çağımızda bu konudaki eski egemenlik anlayışı terkedilerek, insan hak ve özgürlükleri, korunması gerekli en yüksek değerler olarak kabul edilmiş, tüm medeni ülkeler bu değeri korumak amacıyla Uluslararası Andlaşmalara uymayı büyük bir erdem saymışlardır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları Mahkememizce çok yakından izlenerek, bu konudaki gelişmelere kararlarımızda da yer verilmektedir. Mahkemeler arasındaki yakın işbirliği ve dayanışmanın giderek daha da artması nedeniyle, 2001 yılı mayıs ayı içinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Prof.Dr. Luzius Wildhaber'in Mahkememizi ziyareti ve Üyelerimizin tümünün katılımı ile yapılan toplantı sonucu, Türkiye aleyhine ihlal kararı verilmesinin azaltılması için alınabilecek önlemler üzerinde durulmuştur.
Gerek Mahkeme Başkanı Prof.Dr. Luzius Wildhaber ve gerekse Mahkemenin Türk üyesi Rıza Türmen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince verilen iptal kararlarının, Ceza ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunlarında sayılan yargılamanın yenilenmesi nedenlerine dahil edilerek, iptal kararlarından sonra, ilgililerin eski hale iadelerinin sağlanabileceğini ve bu tür bir yasal düzenlemenin Avusturya, Belçika, Danimarka, İngiltere, İspanya ve İsveç gibi Avrupa devletlerinde mevcut olduğunu, Türkiye için de böyle bir çözümün getirilebileceğini savunmaktadırlar.
Bu öneri ve çözümde gerçek payı bulunmakla birlikte bizce hedef, insan hakları ihlaline neden olan mevzuatın değiştirilerek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvuru miktarının en aza indirilmesi ve Türkiye'nin insan hakları ihlali yapan ülke konumundan çıkarılması olmalıdır.
SİYASİ PARTİ KAPATMA DAVALARI
Anayasa Mahkemesince verilen siyasi parti kapatma kararları, Türkiye'yi dış ülkeler nezdinde en çok eleştiriye uğratan kararların önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Avrupa devletlerinden çok azında sınırlı sayıda siyasi parti kapatma kararı verilmesine karşın, bu tür kararlar Ülkemizde çok büyük miktarlara ulaşmaktadır. Bize göre bunun başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, Türkiye'deki siyasi partilerin, başta din duyguları ve dince kutsal sayılan şeyler olmak üzere birçok değer ve durumları kolayca oya çevirerek iktidar olma gayreti içinde bulunmaları, insanlar için yasaklanan söylem ve eylemleri, siyasi parti şeklinde örgütlenerek yapma eğilimine girmeleri, ikincisi de, uluslararası normlarda suç sayılmayan pekçok eylemin Türkiye için siyasi parti kapatma nedeni olarak sayılmış olmasıdır.
Parlamenter demokrasinin Türkiye'de giderek daha da yerleşeceği ve zamanla siyasi partilerin radikal eylemlerden vazgeçeceği umudunu taşıyorum. Ancak Türkiye'nin de, siyasi parti kapatma nedenlerini azaltması, Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında belirtildiği gibi, toplumun değer yargıları ile uyumlu olmasa bile, şiddete teşvik ya da tahrik niteliğinde olmadığı sürece, düşünce ve ifadeyi siyasi partilerin kapatılması nedeni sayan yasa kurallarını zaman geçirmeksizin değiştirmesi gerekir.
Her ne kadar Avrupa Birliğine uyum süreci içinde, Anayasa'nın, siyasi partilerle ilgili 68 ve 69. maddeleri ile Anayasa Mahkemesi'nin çalışma ve yargılama usulünü düzenleyen 149. maddelerinde, 1995 ve 2001 yıllarında kimi değişiklikler yapılarak, siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması arzulanmış ise de, bu yeni düzenlemeler dahi bu konudaki sıkıntıları giderememiştir.
Anayasa'nın 69. maddesinde, bir siyasi partinin; tüzük ve programları ile eylemlerinin, 68. maddenin dördüncü paragrafında öngörüldüğü şekilde devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, partinin, sınıf veya zümre diktatörlüğü veya herhangi bir diktatörlüğün savunduğu ve yerleştirilmesini amaçladığının, suç işlenmesini teşvik ettiğinin ve bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin veya yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım aldığının Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde, kapatılmasına karar verileceği öngörülmüş, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununda da bu konuda ayrıntılı kurallar getirilmiştir.
Anayasa'nın 69. maddesinin sekizinci paragrafında, temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulamayacağı kuralı yer almış ise de, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununda bu kurala aykırı davranış kapatma sebepleri arasında sayılmamıştır. Bu düzenleme nedeniyle, kimileri tarafından, Ceza Hukukunun temel ilkelerinden birisi olan "Kanunsuz ceza olmaz" kuralı uyarınca yaptırımının gösterilmediği ileri sürülerek, böyle bir partinin kapatılamayacağı yolunda değerlendirmeler yapılmıştır.
Anayasa'nın 68. maddesinde demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarından olduğu belirtilen siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılmasıyla ilgili olarak Anayasa'da iki kez değişiklik yapılmıştır. Ancak, 17 Ekim 2001 gününde yürürlüğe giren son Anayasa değişikliğine kadar, Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulamayan 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu, henüz Anayasa'nın 68 ve 69. maddelerine uyumlu hale gelecek biçimde değiştirilmemiştir. Bu nedenle, Siyasi Partiler Kanununda, Anayasa'nın 68 ve 69. maddelerinde tadadi biçiminde gösterilen haller dışında, siyasi partilerin; kullandığı isimler, yıl sonu kesin hesaplarını vermemeleri, büyük kongrelerini öngörülen süre içinde yapmamaları, aralıksız iki dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimlerine katılmamaları, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasa'nın 136. maddesi hükmüne aykırı amaç gütmeleri gibi bir çok durum halen parti kapatma nedeni olarak sayılmaktadır.
Anayasa'nın 68 ve 69. maddelerinde yapılan değişikliklere uyumlu hale getirmek üzere, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununda köklü değişiklikler yapılmadan, sadece 101., 102 ve 103. maddelerindeki küçük düzeltmelerle bu konudaki sorunlar halledilmiş sayılamaz.
Siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarındaki gerekçeler de gözönünde bulundurularak Sözleşmeye uygun düzenlemeler yapılması uygun ve yeterli olduğu halde, Anayasa'nın 149. maddesinde yapılan değişiklikle, kapatmaya karar verilebilmesi için beşte üç oyçokluğunun öngörülmesinde isabet bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi, çok daha önemli nitelikteki Siyasi Partiler Kanununun Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle yapılacak başvurularda 5'e karşı 6 oyla iptal kararı verilebilecek iken, değiştirilen 149. maddeye göre, siyasi partinin kapatılabilmesi için 4'e karşı 7 oy gerekecektir. Böyle bir oy çokluğunun öngörülmesi, 5 oyun 6 oya üstünlüğü gibi antidemokratik bir sonuç doğurmanın yanında, Anayasa Mahkemesi kararına karşı yapılan başvuruyu karara bağlayacak olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde de aranmayan bir çoğunluğun aranmasını gerekli kılacaktır. Nitekim hatırlanacağı gibi, Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi kararının iptali istemiyle yapılan başvuru, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 31 Temmuz 2001 gün ve 41340-98 sayılı kararıyla 3'e karşı 4 oyla reddedilmiş, yani salt çoğunlukla karar verilmiştir.
YARGILAMA SÜRECİNİ ETKİLEMEYE DÖNÜK GİRİŞİMLER
Tüm demokratik ülkelerde kabul edilen temel ilkelere göre, hiçbir ulusal veya uluslararası organ, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, hatta tavsiye ve telkinde dahi bulunamaz.
Türkiye, laik ve demokratik bir hukuk devleti olarak kendi yargı organlarının özerkliğini tanımış olup, Anayasa Mahkemesinde görülmekte olan HADEP'in kapatılması istemiyle açılan davada, Avrupa Parlamentosunca yargılama sürecinin durdurulması istemiyle Türkiye'ye yapılan çağrı hoşgörü ile karşılanamaz.
Bu tür istemler, Türkiye'nin çağdaş bir ülke olma kararlılığını, Avrupa Birliğine girme yönündeki azmi ile uluslararası ilişkilerdeki barış ve karşılıklı işbirliğini geliştirme arayışını hiçbir şekilde etkileyemez.
Öte yandan Anayasanın 138. maddesindeki buyruk nedeniyle, Anayasa Mahkemesinde görülmekte olan bir davaya ilişkin olarak tavsiye, telkin veya yönlendirme biçiminde algılanabilecek her türlü tutum ve davranıştan başta hükümet olmak üzere tüm yazılı ve görsel basın mensupları özenle kaçınmalı ve yüklendiği ağır ve önemli görevi yerine getirmede, Anayasa Mahkemesi'nin kamuoyunda var olan saygınlığına gölge düşürülmemelidir.
Kuşkusuz ki bu konuda yargı mensupları daha duyarlı olmalı, mahkemelerin veya genel anlamda yargının saygınlığının sarsılmasına neden olacak söz ve davranışlardan özenle kaçınmalıdır.
Bu nedenle, kimi konulardaki düşüncelerini anlatırken yüksek yargı organlarının başkan ve başsavcıları başta olmak üzere tüm yargı mensupları, velev ki farklı bir kanıda olsalar dahi, meslektaşlarını küçük düşürecek ifade ve tavırlardan özenle kaçınmalı, öneri ve değerlendirmelerini karşılıklı nezaket ölçüleri içinde yapmalıdır.
YARGIYA VERİLEN ÖNEM
Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliklerinin başında gelen hukuk devleti ilkesinin tüm kurallarıyla gerçekleşebilmesi için yargının hızlı, kaliteli ve adil biçimde işlemesi gerekir. Bu nedenle, hakim, savcı ve diğer yargı personelinin niteliklerinin yükseltilmesi ve yeterli sayıya çıkartılması zorunludur.
Devleti oluşturan üç güçten yargının dünyada giderek artan önem ve etkinliğine karşın, Türkiye'de siyasi iktidarlar bu konuda ihmali aşan umursamazlık içinde bulunmuşlar, zaman zaman yargı reformundan söz etmişlerse de, zorunlu hale gelince sadece küçük düzeltmelerle yetinmişlerdir. Bu yaklaşım en çarpıcı biçimde genel bütçeden yargıya ayrılan payda görülmektedir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, o günler ülkenin içinde bulunduğu çok ağır koşullara rağmen; Adalet Bakanlığına bütçeden ayrılan pay %3,5 iken bu oran her yıl azalma eğilimi göstererek 1996 yılından itibaren %1'in altına düşürülmüştür. 2002 yılında ise bu oran %0,82 olmuştur.
Adalet hizmetlerinin en az giderle ve olabildiğince hızlı biçimde yürütülebilmesi için mahkemeler, Cumhuriyet başsavcılıkları, yardımcı birimler çağımızın gerektirdiği en son teknolojik olanaklarla donatılmalı ve yargıda görev alma cazip hale getirilmelidir. Bunun ise %1'in altındaki bütçe ödeneği ile gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Basına da yansıdığı gibi, 2002 Kamu Yatırım programına göre, bilişim projelerine ayrılan kaynak sıralamasında Adalet Bakanlığı sonuncu sırada yer almış; Maliye Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Gümrük Müsteşarlığı, PTT, TÜBİTAK ve Denizcilik Müsteşarlığının gerisinde kalmıştır.
Avrupa Birliğine giriş sürecinin hızlandırıldığı günümüzde, yargıç ve savcılarımız maddi ve fiziki bakımdan Avrupadaki meslektaşlarının seviyesine çıkartılmalıdır. Bugün artık yabancı dile dayalı orta öğretimden sonra hukuk öğrenimi görmüş, iyi bir alt yapıya sahip hukukçular yargıda görev almak istememektedirler. Düşük maaşlarla, çeşitli zorluklar içinde, Türkiye'nin en ücra ilçelerinde hakim ya da savcı olarak görev alma yerine, çok daha iyi ücret ve koşullarda büyük şehirlerdeki özel şirketlerde çalışmayı tercih etmektedirler.
Bilindiği gibi, Türkiye'nin 2001 yılının Şubat ayında girdiği ağır ekonomik krizin atlatılabilmesi için yoğun çaba sarfedilmektedir.
Oysa ülke uzun yıllardır yargı alanında da ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Bugün mahkemelerimiz, altından kalkılamayacak miktarlarda davalarla, yokluk içinde faaliyetlerini sürdürmektedir. Bunu görmeme ya da görmezlikten gelerek yargı alanında gerekli radikal önlemleri zaman geçirmeden almamanın, gelecekte ülkeyi ekonomik kriz kadar ağır tahribata uğratacağını aklımızdan çıkarmamamız gerekir.
Yıllardır özveriyle çalışarak kendilerini mesleklerine adamış Yüksek Mahkemelerin Başkan ve Üyeleri ile meslekte temayüz etmiş hakimlere, bağımsız idari kuruluşların üyeleri kadar ücreti çok gören, bir milletvekilinin aldığı aylığın yarısından da az aylık ödeyen, çalışma koşullarını iyileştirmeyen bir anlayışla yargının her geçen gün, özlemini çektiğimiz hizmeti vermekten biraz daha uzaklaşacağından kuşku duyulmamalıdır.
ANAYASA MAHKEMESİ'NİN İŞ YÜKÜ
Mahkememiz, Ocak 2002 tarihi itibariyle, İnternet'te Web sayfası açmıştır. Bu sayfada, Anayasa Mahkemesi'nin ayrıntılı tanıtımı yanında, Anayasa Mahkemesi'nin ilgili mevzuatı, 1921 Anayasası ve daha sonra yürürlüğe konulan Anayasalar, Anayasa Mahkemesinin 1983-2002 tarihlerini kapsayan dönemde iptal davaları ve itiraz başvuruları nedeniyle verdiği kararlar yer almaktadır.
Anayasa Mahkemesi'nin tanıtım sayfasında; üye ve personele ulaşmayı sağlayan teşkilat şeması, telefon rehberi, tarihçe, kuruluşa ilişkin bilgiler, Mahkemenin görev ve yetkileri, kuruluş günlerinde Mahkeme başkanlarının yaptıkları konuşmaların metinleri, emekli Başkan ve üyeler ile Mahkeme yayınlarını gösteren bilgiler ve Mahkemenin gündemini içeren bölümler yer almaktadır.
Anayasa Mahkemesi de diğer yargı organlarında olduğu gibi çok miktardaki dava ile karşı karşıyadır. Örneğin 2001 yılında, siyasi partilerin mali denetimi ve siyasi parti kapatma davaları dışında toplam 365 başvuru sonuçlandırılmış, 176 dosya da 2002 yılına devretmiştir. Bu miktar 1981 ilâ 1991 yılları arasındaki 10 yıllık süreç içinde Anayasa Mahkemesince karara bağlanan toplam başvurudan fazladır ve 1975 ile 1977 yılları hariç kırk yıllık geçmişinde hiç bir yılda bu miktarın üçte biri kadar dahi başvuru karara bağlanmamıştır. Anayasa Mahkemesinin 1980'den 2001 yılına kadar baktığı işlerin yıllık ortalaması ise 62'dir.
Bu davaların artışında, TBMM'nin 2001 yılında çok yoğun yasama faaliyetlerinde bulunmasının yanında, mahkemelerde görülmekte olan davalarda ileri sürülen Anayasaya aykırılık savlarının, giderek artan miktarlarda mahkemelerce de ciddi görülmesi veya re'sen Anayasa'ya aykırılığının saptanması ve Anayasa'da değişiklik yapılmasına karşın zaman geçirmeden uyum yasalarının çıkartılmaması önemli ölçüde etkili olmuştur.
Ayrıca, 17 Ekim 2001 günü yürürlüğe giren Anayasa değişikliğiyle, Anayasanın Geçici 15. maddesinin üçüncü fıkrası yürürlükten kaldırılarak, 12 Eylül 1980 ilâ 6 Kasım 1983 tarihine kadar geçen süre içinde çıkartılan kanunlar ile kanun hükmünde kararnamelerin de Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülebilir hale getirildiğinden; 2002 yılındaki dava miktarında bu nedenle de önemli ölçüde artış olacaktır.
Öte yandan, soyut norm denetimini sağlamak amacıyla iptal başvurusunda bulunan Anamuhalefet partileri de, Anayasa Mahkemesi'ne başvururken gerekli özeni göstermemektedirler. İlgili yasa kuralları ile Anayasa Mahkemesi'nin içtihatları da gözönünde bulundurarak yapılacak titiz bir incelemeden sonra, Anayasaya aykırılıkları saptananlar için grup başkanları veya vekilleri tarafından Anayasa Mahkemesine iptal davası açılmak üzere parti grup genel kurulundan yetki alınması gerekirken, çoğu kez "...... yasanın kimi maddelerinin iptali ...." denilerek Anayasa Mahkemesi'ne başvurmak üzere parti genel başkanına yetki verilmektedir. Böylece, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmeyeceği bilinse dahi, seçmenlerin gönlünü almak maksadıyla ve inandırıcılığı bulunmayan gerekçelerle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmaktadır. Üstelik yasanın tamamına yakın kısmının Anayasanın pek çok maddelerine aykırılığından söz edilerek, Mahkemenin işleri gereksiz yere çoğaltılıp ağırlaştırılmaktadır. Oysa Anamuhalefet partisine, muhalefetin bir türünü sergilemek için değil, Anayasaya aykırı olan yasa kurallarının iptalini sağlamak maksadıyla iptal başvurusunda bulunma hakkı tanınmıştır.
Bir başka olumsuzluk da, iktidar partilerinin, Anayasaya aykırı olduğunu ve başvurulması halinde iptal edileceğini bilmelerine rağmen kimi yasama tasarruflarında bulunmakta ısrarlı olmalarıdır. Bunun en tipik örneği "bütçe kanunları" nda görülmektedir. Anayasa Mahkemesi'nce verilen pek çok iptal kararında açıklandığı gibi, olağan yasalarla düzenlenmesi gereken konuların yıllık bütçe yasalarıyla düzenlenmemesi gerekirken, bütçe yasaların yıllık olması, herhangi bir iptal başvurusu olsa bile, başvurunun Anayasa Mahkemesi'nce sonuçlandırılıp verilecek iptal kararının Resmi Gazete'de yayımlanmasına kadar bir yıl geçeceğinin hesaplanması nedeniyle bütçe yasalarına Anayasaya aykırı kurallar konulmaya devam edilmektedir. Bu nedenledir ki, 1994 ilâ 2001 yılları arasında çıkartılan (8) adet bütçe kanunları için (19) adet iptal başvurusu olmuş, bunlardan (1)'i red, (2)'si karar verilmesine yer olmadığı, (16)'sı ise iptal şeklinde sonuçlanmıştır. Bu sonuç, yasamanın da hukuka saygılı olma konusunda her zaman özenli, hatta arzulu olmadığını açıkça göstermektedir.
Bugünkü oluşum biçimiyle, 1982 yılında (5), 1983 yılında (18), 1984 yılında (10), 1985 yılında (20) ve 1986 yılında (30) başvuruyu karara bağlayan Anayasa Mahkemesi'nin, nitelik ve nicelik bakımında büyük artış gösteren iş yoğunluğunun altından kalkabilmesi ve Ulusumuza özlemini duyduğu hizmeti verebilmesi için, birden çok daire ve kurul şeklinde yeniden yapılandırılması, gerekli danışma birimlerine kavuşturulması gerekir.
Ne yazık ki bugünkü durumuyla Anayasa Mahkemesi'nde görev almak, raportörler de dahil olmak üzere diğer görevlilere herhangi bir avantaj sağlamadığından, eleman bulmakta zorlanıldığı gibi, çalışanlardan büyük bir bölümü de daha yüksek ücret alabilecekleri kanısıyla başka kurumlara naklen geçiş için başvurmaktadır.
39. kuruluş yıldönümünde yaptığım konuşmamda değinmeme rağmen geçen bir yıl içinde çalışanların ücretlerinin iyileştirilmesi konusunda hiç bir olumlu gelişme olmadığı ve bu konudaki çabalarımız da sonuçsuz kaldığından, aynı konuya tekrar değinmek zorunluluğunda kalınmıştır.
Konuşmamın bu bölümünde, Anayasa Mahkemesi emekli üyelerinden Halit Hulki ZARBUN'un geçen yıl içinde ebediyete intikal ettiğini ifade ederken büyük bir üzüntü duyuyorum. Mahkememize çok önemli hizmetler veren değerli büyüğümüze Tanrı'dan rahmet diliyor, aziz anıları önünde saygı ile eğiliyorum.
Ayrıca, yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılan Üyemiz Sayın Mahir Can ILICAK'a bundan sonraki yaşamında sağlık, esenlik ve mutluluk içinde uzun ömürler diliyor, Yüce Mahkemede görev alarak unutulmaz hizmetler sergileyen çok değerli meslektaşlarımızdan hayatta olanlara da sağlık ve esenlik temennilerimi iletiyorum.
Tüm konuklara en iyi dileklerimle saygılar sunuyorum.
Mustafa BUMİN Anayasa Mahkemesi Başkanı |
25/04/2001
Sayın Cumhurbaşkanım,
Hukuk devletini gerçekleştirmek için geçmişte olduğu gibi bugün de tüm gücüyle ödünsüz biçimde çalışan ve onurlu varlığını sürdüren Anayasa Mahkemesi'nin 39. Kuruluş Yıldönümü Kutlama Törenine teşriflerinizden dolayı şükranlarımı ve saygılarımı sunuyorum.
Anayasa Mahkemesi, demokratik hukuk devletinin temel taşlarından birisi olarak, insan haklarının en üst düzeydeki koruyucusudur. Hukuk devleti, ancak Anayasa Yargısı sayesinde işlevsel bakımdan gelişmesini tamamlamış olur.
Anayasa Mahkemesi, verdiği kararlarla siyasi yaşamı etkilemesine karşın, kararlarında siyaset etkili olmaz. Mahkeme görevlerini yansız ve bağımsız biçimde yerine getirirken, Atatürk ilke ve devrimleriyle birlikte demokratik toplum düzeni ve hukukun üstünlüğünü de gözetir.
Özellikle temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamalarda sınırlamanın, Anayasa'nın 13. maddesinde sayılan nedenlere dayalı olup olmadığının yanında, "demokratik toplum düzeninin gerekleri"yle bağdaşıp bağdaşmadığını ve öngörüldüğü amaç dışında kullanılıp kullanılmadığını titizlikle inceler. Bu nedenle, demokratik hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük kısıtlamalarının, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
Sayın Cumhurbaşkanı'nın 1999 yılındaki kuruluş yıldönümünde Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla yaptıkları konuşmalarında belirttikleri gibi, "temel hak ve özgürlükler ve özellikle düşünceyi açıklama özgürlüğü için Anayasa ve yasalarda öngörülen sınırlama ve yasakların çoğu, çağdaş demokrasilerde genellikle kabul gören ilkelerle bağdaşmadığı gibi, bu sınırlama ve yasaklar özgürlüklerin evrensel standartlarda kullanılmasını engellemektedir."
Anayasalar, devletin yönetim biçimiyle devlet organlarının görev ve yetkilerini, bu organların birbiriyle olan ilişkilerini ve kişilerin temel hak ve özgürlüklerini belirleyen kurallar bütünüdür. Uygulanan anayasaların kimi değiştirilmesi gereken yanlarının bulunması, onların üstünlük ve bağlayıcılık niteliklerini ve içerdikleri kurallara uyma zorunluluğunu etkilemez. Kuşkusuz ki anayasalar da yasalar gibi, hazırlandıkları günlerin koşullarına ve gereksinimlerine göre biçimlendirilirler. Hızlı değişim süreci geçiren sosyal, ekonomik ve kültürel gereksinimlere paralel biçimde yeni düzenlemeler yapılması ve yaşamsal bakımdan çok önemli konularda siyasal partilerin, anayasa değişikliği konusunda anlaşmaları, hürriyetçi demokrasinin geleceği yönünden çok yararlı olacaktır.
Devletin sürekliliği için anayasaların yeni gereksinimlere cevap verecek biçimde değiştirilmesi gerekir. Bu yola gidilmemesi yürürlülükte olan anayasanın kimi kurallarının ihmalinin hoşgörüyle karşılanması gibi tehlikeli bir sürece girilmesine uygun zemin hazırlar.
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE TÜRKÇE DİLİ
1982 Anayasası'nın Başlangıç bölümü ile 2. maddesinde, "Atatürk milliyetçiliği"nden söz edilmektedir. Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı; akılcı, çağdaş, medeni, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici ve barıştırıcıdır. Atatürk milliyetçiliği; ırkçılığa, şovenizme ve saldırganlığa karşıdır. Atatürk, "bir kültürden olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir, dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluruz" demiştir. Atatürk'e göre Türk milliyetçiliği; ilerleme ve gelişme yolunda, uluslararası ilişkilerde tüm çağdaş uluslarla uyum içinde yürümenin yanında, Türk toplumunun özel karakteriyle bağımsızlığının da korunmasını gerekli kılar. Atatürk'ün milliyetçilik anlayışına uygun olarak Anayasa'nın 66. maddesinde, "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür" denilmiştir. Anayasa'nın çeşitli maddelerinde yer alan "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" ilkesi ile Türkiye Cumhuriyeti'nin "tek devlet" olduğu, Devletin ülke ve millet unsurlarında bölünme tehlikesi taşıyabilecek olan her türlü ayrılıkçı akımın yasaklandığı anlatılmaktadır. Bunun tabii sonucu olarak da Anayasa'nın 3. maddesinde resmi dilin Türkçe olduğu belirtilmiş, 42. maddesinde ise, Türkçe'den başka hiç bir dilin eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamayacağı açıklanmıştır.
Bu nedenle, Türkçe'den başka kimi etnik gruplara ait dillerin eğitim kurumlarında ana dil olarak okutulmasına ilişkin görüşler Anayasa karşısında himaye göremez.
ULUSLARARASI HUKUK KURALLARININ İÇ HUKUKUMUZDAKİ YERİ
Anayasa'nın 90. maddesinin son fıkrasında, "usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa'ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurulamaz" denilmektedir. Kimi ülkelerde uluslararası antlaşmaların yasa üstü ve hatta anayasa üstü normlar olduğunun kabul edilmiş olmasına ve doktrinde de bu yönde görüşler bulunmasına karşın, Anayasa'nın 90. maddesinden bu sonucu çıkarmak olanaksızdır. Anayasa Mahkemesi kararlarında da açıklandığı gibi, uluslararası antlaşmaların ulusal yasalarımıza üstünlüğü bulunmamaktadır. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi, uluslararası antlaşmalara kararlarında "destek norm" olarak başvurmakta ve bu antlaşmalarla milli yasalar arasında çatışma veya çelişki bulunması halinde iç hukukumuza ait iki yasa arasında çelişki olması durumunda izlenecek yöntemle (örneğin, özel yasa - genel yasa, önceki yasa - sonraki yasa gibi) uyuşmazlığa çözüm getirilmesi gerektiğini kabul etmektedir.
Anayasa'nın 90. maddesinde öngörülen kural ve buna göre mahkemelerce geliştirilen içtihatlara göre, ulusal yasalarımızla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi arasında çatışma bulunması halinde mahkemelerce sözleşme hükümleri uygulanamamakta, bireyler, uluslararası hukuktan doğan haklarını ulusal yargı organları aracılığıyla elde edememeleri sonucu, Avrupa İnsan Hakları mahkemesine başvurmaktadırlar.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 1. maddesinde, taraf devletlerin, sözleşmede yer alan hak ve özgürlükleri, yetki alanları içindeki bireylere tanımakla yükümlü oldukları belirtilmiştir. 46. maddeye göre de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları taraf devletleri bağlayıcı niteliktedir. Bu kararlar, ulusal mahkemelerin kararlarını ortadan kaldırmamakta, sadece bu kararların uygulanması hususunda akit devletlerce önlemler alınması gereğini ortaya koymaktadır.
Türkiye 1954 yılında sözleşmeyi onaylayıp taraf olmuş, sözleşmenin düzenlediği temel hak ve özgürlüklere saygının sağlanması bakımından uluslararası yükümlülük üstlenmiştir. Avrupa Komisyonu'na bireysel başvuru hakkının tanındığı 1987 yılından bugüne kadar Türkiye aleyhine 5000'e yakın bireysel başvuru yapılmış ve bu tür başvurular artma eğilimi göstermiştir. Bu artışta, bireylerin ve hukukçuların hak arama konusunda giderek daha çok bilgi sahibi olmaları önemli rol oynamıştır.
Avrupa Komisyonu veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yapılan başvurular daha çok polis ve güvenlik güçlerinin yargısız infazı ile göz altına alınanların kayıp, ölüm veya işkence iddialarına dayalıdır. Bunun yanında yaşam hakkı, işkence, göz altında bulundurma süresi, adil yargılanma hakkı, din ve inanç özgürlüğü, siyasi partilerin kapatılması, şikayet hakkı, hak arama özgürlüğü ve mülkiyet hakkına dayalı başvurular da bulunmaktadır.
Taraf olarak imzalamak suretiyle iç hukukumuzdaki yasalarımızdan birisi seviyesinde kabul ettiğimiz uluslararası antlaşmalar ve özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile iç hukuk kuralları arasındaki çatışma veya çelişkilerin giderilmesi için Parlamento'nun yoğun bir çalışma yapması ve gerekli uyum yasalarını zaman yitirmeksizin çıkarması taahhüdümüzün gereğidir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, insan hakları ihlali yapan ülke olmaktan çıkacak ve gereksiz yere çok yüksek miktarlara ulaşan tazminat ödeme yükümlülüğünden de kurtulacaktır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne Türkiye aleyhine yapılan başvuruların azaltılması konusunda birçok görüşler ileri sürülmektedir. Kanımızca bunlardan en uygunu ve gerçekleştirilmesi diğer önerilere göre daha kolay olanı, Anayasa'nın 90. maddesinin değiştirilerek, usulüne göre yürürlüğe konulan uluslararası antlaşmaların, iç hukukumuzda, ulusal kanunlardan daha üst seviyede normlar olduğu ve çatışma halinde bu antlaşma kurallarının öncelikle uygulanacağının açıklıkla belirtilmesidir. Nitekim Avrupa'nın kimi ülkelerinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, insanlığın asırlar süren mücadelesi sonucu kabul ettiği yüce değerlerden sayılarak anayasa üstü norm olarak kabul edilmiştir.
Öte yandan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, iç hukukumuzdaki etkisi bakımından konuya ilişkin milli mahkemelerimiz kararlarını ortadan kaldırır nitelikte olmadığından, Türk mahkemelerince verilmiş kararların ortadan kaldırılabilmesi, yani eski halin iadesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarından sonra yargılamanın yenilenmesi yolu tanınabilir. Hukuk Usulû Muhakemeleri Kanunu ile Ceza Muhakemeleri Usulû Kanunu'nda iade-i muhakeme nedenleri olarak sayılanlar arasına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını da koyarak bu sağlanabilir. Örneğin, Avrupa devletlerinden Avusturya, Belçika, Danimarka, İngiltere, İspanya ve İsveç bu kararları iade-i muhakeme nedeni olarak kabul etmektedirler.
Avrupa Konseyi veya Avrupa insan Hakları Mahkemesi'nce verilen kararlar arasında Türkiye'yi dış ülkeler nezdinde en çok eleştiriye uğratan kararlardan bir bölümü de siyasi parti kapatma davalarıdır. Bilindiği gibi, Anayasa'ya ve 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu'na aykırı eylemleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmasına karar verilen siyasi partilerden Türkiye Birleşik Komünist Partisi, Sosyalist Parti ve Özdep, kapatma kararına karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurmuşlar ve iptal kararları almışlardır.
Anayasa Mahkemesi, başta Anayasa olmak üzere, yasalara göre karar verir. Siyasi partilerin kapatma nedenleri Anayasa'nın 68 ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 78 ilâ 97. maddelerinde sayılmıştır. Anayasa'nın 68 ve 69. maddelerinde 1995 yılında yapılan değişiklikten sonra, buna paralel biçimde, Siyasi Partiler Kanunu'nda kapsamlı değişiklikler yapılmadığından; 22 Nisan 1983 tarihinde yürürlüğe giren ve bu tarih itibariyle Anayasanın Geçici 15. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca Anayasa'ya uygunluğu incelenemeyen Siyasi Partiler Kanunu'nun pek çok kuralı Anayasa'ya aykırı olsa bile siyasi parti kapatma davalarında uygulanabilirliğini sürdürmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne uyum sağlayabilmek için, ifade özgürlüğü bakımından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında öngörülen; "söylenen sözün veya yazılan yazının şiddet, silahlı mücadele, ayaklanma, düşmanlık ve nefreti açıkça teşvik yada tahrik niteliğinde olması" ölçütü, Anayasa veya Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılacak değişiklikte siyasi partilerin kapatma nedeni olarak sayılabilir. Ancak, hukuk devleti ilkesinin benimsendiği ülkelerde örneğine rastlanmayan biçimde, "salt çoğunluk" yerine "nitelikli çoğunluk" getirilerek (4) oyun (7) oya üstün sayılmasının mantıksal ve hukuksal açıklaması bulunmamaktadır.
İŞ YOĞUNLUĞU
Anayasa Mahkemesi'ne 1981 yılından 2001 yılına kadar açılan davaların yıllık ortalaması 62 olup, 1999 yılında 62, 2000 yılında da 97 başvuru yapılmasına karşın; 13 Nisan 2001 tarihine kadar geçen üçbuçuk ay içinde açılan dava sayısı 266 olmuştur. Başvuruların büyük bir artış göstermesinde, 4616 sayılı "23 Nisan 1999 Tarihine Kadar İşlenen Suçlardan Dolayı Şartla Salıverilmeye, Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun"un kimi kurallarının iptali için ceza mahkemeleri tarafından yapılan başvuruların önemli bir katkısı olduğu kadar, Parlamento'nun yoğun çalışma sürecine girmiş olmasının da etkisi olmuştur.
Giderek artış gösteren iş yoğunluğunun yenilebilmesi için, çalışan görevlilerin miktarının artırılması yanında, niteliklerinin yükseltilmesi de önem arzetmektedir. Oysa, Mahkememizde çalışan idari memurların ücretlerinin çok düşük seviyede bulunması, başka kurumlara naklen atanmak için başvurulara neden olmaktadır. Mahkememiz çalışanlarının büyük bir kısmının, mali bakımdan daha geniş olanaklar sunabilen diğer kamu kurumlarına geçmek istediklerini vurgulamak istiyorum. Bu başvuruların giderilmesi veya azaltılabilmesi için ücretlerinin uygun seviyeye çıkartılması gerekmektedir.
ÜYE SEÇİMİ
Anayasa Mahkemesi'nin asıl ve yedek üyelerinin seçimi, Anayasa'nın 146. maddesinde sayılan kurumların, her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden Cumhurbaşkanı'nca yapılmaktadır. Nitekim, Anayasa'nın 104. maddesinde de, Anayasa Mahkemesi üyelerini seçmek Cumhurbaşkanı'nın görevleri arasında sayılmıştır. Sayın Cumhurbaşkanı'nın Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla 25 Nisan 2000 günü yaptığı, Anayasa Mahkemesinin 38. Kuruluş Günü Törenini açış konuşmasında değindiği gibi; "Anayasa'ya göre Cumhurbaşkanı yalnız "yürütme organı" içinde değil, tüm devlet yapısında üstün bir konuma ve önemli yetkilere sahip bulunmaktadır. Yasaların iptali isteminde de bulunabileceğinden Anayasa'ya uygunluğun yargısal denetiminde de önemli bir yetkiye sahiptir. Ancak, Anayasa'nın 104. maddesinde Cumhurbaşkanı'na verilen yetkiler, parlamenter demokrasinin sınırlarını aşmaktadır. Oysa demokratik devlet düzeninde ulusal iradeyi temsil eden parlamento dışında sorumsuz bir Cumhurbaşkanı'nın yönetimi paylaşması ve tek başına önemli yetkiler kullanması kabul edilemez. Açabileceği bir iptal davasına bakacak olan Anayasa Mahkemesi'nin üyelerini yürütme organının başı olan Cumhurbaşkanı'nın seçmesi hukuk devleti ilkesinin gereklerinden olan yargı bağımsızlığıyla bağdaşmamaktadır."
Kurumlarınca aday gösterildikten sonra nihai olarak Cumhurbaşkanı'nca seçim yapılması, aday olmayı zorlaştırmakta, Cumhurbaşkanı'nın siyasi parti liderleri veya parlamento üyeleri arasından seçilmiş olması durumunda da yargı üzerinde siyasetin etkisini artırmaktadır.
Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi Üyeleri, Yüksek Mahkeme Başkanları veya Daire Başkanlıklarında olduğu gibi doğrudan ve nihai olarak Yüksek Yargı Organları Genel Kurullarınca seçilmelidir.
Anayasa Mahkemesi Üyeliğini çekici olmaktan çıkaran bir diğer neden de, kurulduğu 1962 yılında Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay Başkan ve Başsavcılarından daha yüksek olan üye maaşlarının zaman içinde daire başkanları seviyesine düşürülmüş olmasıdır. Oysa geçmişte, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay'ın Başkanları, kendi Genel Kurullarından seçilerek Anayasa Mahkemesi üyeliği yapmışlardır. Ancak, Anayasa Mahkemesi Üyelerinin maaşları Daire Başkanları seviyesine indirildikten sonra Yüksek Mahkeme Başkanları bir yana, Daire Başkanlarından dahi adaylık için başvuran olmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi'nin, kurulduğu yıllarda olduğu gibi, Yüksek Mahkemeler Başkan ve Daire Başkanlarının üyeliğe aday olabilmesini sağlayacak konuma getirilebilmesi için tek dereceli seçim yanında maaşlarının, Anayasa Mahkemesi Başkanı seviyesine çıkarılması ve Başkan ile Üyeler arasındaki maaş farkının kaldırılması gerekir.
YEDEK ÜYELİK
Mahkememize gerek doğrudan açılan iptal davalarının, gerekse itiraz yoluyla yapılan başvuruların sayılarının, kuruluşundan bugüne kadar geçen sürede en yüksek rakama ulaşması karşısında, Anayasa Mahkemesi kuruluşunun yeniden düzenlenmesi konusu önem kazanmaktadır.
Bu bağlamda, Anayasa'da görev ve yetkileri belirlenen Anayasa Mahkemesi'nin bu görevlerini yerine getirebilmesi için, mesleklerinde temayüz etmiş, başarılı ve üstün nitelikli yargıçlardan oluşan bir kurul halinde çalışmasının öngörülmüş olmasına karşın, üyeleri arasında asıl-yedek ayırımı yapılarak bunlardan bir kısmı bilgi ve deneyimleri ile çalışmalarından yararlanılamayacak konuma getirilmiştir.
Anayasa Mahkemesi içindeki kıdem sıralaması, asıl-yedek üye ayırımı yapılmaksızın üyeliğe seçilme tarihine göre düzenlenmekte ve üyeler aynı hukuki statüye sahip olup; özlük hakları bakımından da herhangi bir farklılık bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi yedek üyeleri, Başkan ve Başkanvekili seçimlerinde asıl üyeliğin boş olması veya üyenin mazereti bulunması halinde seçime katılabildikleri halde, aday olamama nedeniyle bu görevlere seçilme haklarından yoksun bırakılmakta, Uyuşmazlık Mahkemesi Başkan yada Başkanvekili seçimlerinde ise, aday olabildikleri halde asıl üyelerin tamamının kurula katılmaları halinde, seçimde oy kullanamamaktadırlar. Bu durumun eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşır yönü bulunmamaktadır.
Ayrıca, asıl-yedek üye ayırımı, Mahkemenin verimli ve süratli çalışmasını engellediğinden Anayasa'da yapılacak ilk değişiklikle yedek üyeliğin kaldırılması gerektiğini belirtmek isterim.
LÂİKLİK VE BAŞÖRTÜSÜ
Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiş, 4. maddesinde de, bu niteliğin değiştirilemeyeceği gibi değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği güvenceye bağlanmıştır. Ayrıca 176. maddesi uyarınca Anayasa metni içinde olan ve Anayasa'nın temel görüş ve ilkelerini belirten "Başlangıç" kısmında da, lâiklik ilkesinin gereği olarak, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı vurgulanmıştır. Anayasa'nın 24. maddesi ile güvence altına alınan lâiklik ilkesi, 14. maddeye göre de, kötüye kullanılamayacak temel hak ve özgürlüklerdendir. Nitekim 15. maddede, temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde belirli koşullarla kısmen veya tamamen durdurulabileceğinin öngörülmüş olmasına karşın, sayılan olağanüstü hallerin varlığında dahi kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı ve bunlardan dolayı suçlanamayacağı açıklanmıştır. Ayrıca, eşitlik ilkesinin düzenlendiği 10. maddede de din, mezhep ve benzeri nedenlerle insanlar arasında ayırım yapılamayacağı belirtilmiştir.
Din ve vicdan özgürlüğü konusunda evrensel anlayışı yansıtan bu kurallara, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 18., İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 9., Kişi Hakları ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi'nin 18., Din ve İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayırımcılığın Kaldırılması Bildirisi'nin 1. maddelerinde de yer verilmiş olup, ancak kamu güvenliği, kamu düzeni, kamu sağlığı, genel ahlak, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması gibi nedenlerle din ve vicdan özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmiştir.
Lâik eğitimde dinsel inançlara göre ayırım gözetilemez. Anayasa'nın "Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi" başlıklı 42. maddesinin üçüncü fıkrasında, "Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz", dördüncü fıkrasında da, "Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz" denilerek; Anayasa'nın Başlangıç'ında öngörülen ilkelere bağlılık vurgulanmıştır.
Yükseköğretim kurumlarında bilimsel yöntemlerle yetişerek birlikte çalışmalar yapan gençlerin, kardeşlikleri, arkadaşlıkları ve dayanışmaları yarınları için önemli iken; onların dinsel nedenlerle ayırıma tabi tutulmasına neden olabilecek ve kimin hangi inançtan olduğunu gösterecek biçimde başörtüsü takmalarına hoşgörülü davranılarak, dinsel inanç ve görüşler nedeniyle çatışmalara sevk edebilecek ortamın yaratılmasında ülkenin geleceği bakımından yarar bulunmamaktadır.
Dinsel nedenlerle başörtüsü ve türbanla boyun ve saçların örtülmesine resmi daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması, bir tür yönlendirme ve bir anlamda zorlamadır. Kişileri şu yada bu yönde giyinip başlarını örtmeye zorlamak, ayrı ve hatta aynı dinden olanlar arasında bile ayrılıklar yaratacaktır. Bu durumun ise lâiklik ilkesine aykırı düşeceği kuşkusuzdur.
Anayasa Mahkemesi'nin 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na eklenen Ek Madde 16'nın iptali nedeniyle verdiği 7.3.1989 günlü, Esas: 1989/1; Karar: 1989/12 sayılı, Refah Partisinin kapatılmasına ilişkin 16.1.1998 günlü, Esas: 1997/1; Karar: 1998/1 sayılı kararlarında açıklandığı gibi, lâik bir devlette hukuk kurallarının kaynağı dinde değil akıldadır. Kişilerin iç dünyasına ilişkin olması gereken dini inançlara göre yasal düzenleme yapılması Anayasa'nın 2., 10., 24. ve 174. maddelerine aykırı düşer.
Öte yandan, Danıştay Sekizinci Dairesi'nin 23.2.1984 günlü, 207/330; 16.1.1987 günlü,128/486; 27.6.1988 günlü, 178/512 sayılı kararları ile Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nun 16.6.1984 günlü, 61/327 sayılı kararlarında da; Yükseköğretim Kurumlarında başörtüsü ve türban takan öğrencilerin, Atatürk devrimleri ile lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davrandıkları ve dine dayalı devlet düzenini benimsedikleri kabul edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin, Anayasa'daki lâiklik ve düşünce özgürlüğüne ilişkin kurallara verdiği anlam ve içerikle İnsan Hakları Avrupa Komisyonu'nun konuya ilişkin değerlendirmelerinde birçok ortak nokta bulunmaktadır. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9. maddesiyle güvence altına alınmış bulunan din ve vicdan özgürlüğü konusunda ihlaller yapıldığı savıyla Türkiye'den yapılan iki adet başvuru üzerine Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nca verilen kararda, üniversite yönetimince, eğitimlerini bitiren iki kız öğrenciye, başı açık fotoğraf vermemeleri nedeniyle diplomalarının verilmemesi sözleşmeye aykırı bulunmamıştır.
Belirtilen nedenlerle, tüm siyasal partilerin; dini, din duygularını veya dince mukaddes sayılan şeyleri istismar etmemeleri ve siyasi çıkarları için kullanmamaları gerekir. Yükseköğretim Kurumlarındaki kılık, kıyafet ve başörtüsü konusunda, Atatürk devrimleri ile lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davranışları destekleyen tutumlardan kaçınma ve bu konuda gereken hassasiyet ve özeni gösterme Anayasa'nın buyruğu gereğidir.
YÜCE DİVAN GÖREVİ
1961 Anayasası'nın hazırlanması sırasında, gerek Anayasa Komisyonu ve gerekse Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu'nda, Yüce Divan Görevinin Anayasa Mahkemesi'nce yerine getirilmesinin benimsenmesi ve Milli Birlik Komitesi'nde de aynı görüşün hakim olması sonucu bu görev Anayasa Mahkemesi'ne verilmiştir.
1982 Anayasası hazırlığında ise, Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu'nun, Yüce Divan görevinin Anayasa Mahkemesi'ne verilmemesi yolundaki görüşüne karşın, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakülteleri öğretim üyelerince hazırlanan gerekçeli Anayasa önergesinde, bu görevin Anayasa Mahkemesi'ne verilmesi önerilmiştir. Danışma Meclisinin hazırladığı metin Milli Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu'na gelince, Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu önerisi değişikliğe uğratılarak Yüce Divan görevi 1961 Anayasası'nda olduğu gibi yine Anayasa Mahkemesi'ne verilmiştir.
Her iki Anayasa döneminde de Yüce Divan görevi Anayasa Mahkemesi'ne verilmiş iken, son günlerde konu tekrar kamu oyunun gündemine alınmak istenilmiş ve kimi hukukçular, Yüce Divan görevinin ceza hukukunda uzmanlaşmış yargıçlar tarafından yerine getirilmesi gerektiği, çoğunluğunu ceza hukukçusu olmayan üyelerin oluşturduğu Anayasa Mahkemesi'nin ceza yargılamasına ehil olmayacağı savında bulunmuştur.
Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu Üyelerini, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başkan ve Üyelerini, Başsavcılarını, Cumhuriyet Başsavcıvekillerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Sayıştay Başkan ve Üyelerini "görevleriyle ilgili suçlardan dolayı" Yüce Divan sıfatıyla yargılamaktadır.
Anayasa koyucu, memurların görevleriyle ilgili suçlarından dolayı yargılamalarında adli veya askeri yargıyı görevli saymasına karşın, memura göre çok daha farklı statüde bulunan Başbakan, Bakan veya diğer sayılanların göreve uygun davranışı ile görevle bağdaşmayan davranışlarının neler olduğunun belirlenmesinde Anayasa ve idare hukuku alanında uzmanlaşmış yargıçlara gereksinim duymuştur.
Kanunların, Kanun Hükmünde Kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün şekil ve esas bakımından Anayasa'ya uygunluğunu denetleyen Anayasa Mahkemesi, kuşkusuz ki, görev sınırlarının nereden başlayıp nerede sona ereceğini de en iyi bilecek bilgi ve deneyime sahip üyelerden oluşmaktadır.
Kaldı ki Yüce Divan yargıçlığı sadece bir ceza yargıçlığı da değildir. Yargılanan kimselerin görevleri göz önüne alındığında görüleceği gibi, bu görev, ceza hukuku bilgisinden daha çok Anayasa ve idare hukuku bilgi ve deneyimi gerektirir. Bu nedenle, Yüce Divan görevinin Anayasa Mahkemesi'nden alınarak Yargıtay Başkanının başkanlığında Yargıtay Ceza Dairesi Başkanlarından oluşan bir kurula verilmesi yönündeki görüşlere katılmamaktayım.
HUKUK DEVLETİNİN GERÇEKLEŞMESİNDEKİ ENGELLER
Hukuk devleti, yaşadığımız çağda insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olmuştur. Bu nedenle temel haklar yönünden yapılacak bir anayasa reformunda, hukuk devleti olmayı engelleyen Anayasa ve yasa kurallarının saptanıp mevzuattan ayıklanması gerekir. Çağdaş demokrasilerin tümünde hukuk devleti; "kişilerin hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı, yönetimin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine tabi tutulduğu, böylece kişilere hukuk güvencesinin sağlandığı bir devlettir" biçiminde tanımlanmaktadır. Çağdaş ve demokratik bir devlet olabilmek için Anayasa yeniden gözden geçirilerek özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, güvenceli, devlet organları arasındaki görev ve yetkileri dengeleyen bir anayasa oluşturulmalıdır.
Anayasanın 2. maddesiyle "Cumhuriyetin nitelikleri" arasında sayılan hukuk devletinin gerçekleşebilmesi için, önemli gördüğümüz şu hususlarda Anayasa değişikliğine gidilmelidir.
**Cumhurbaşkanı'nın, devletin başı sıfatıyla yaptıkları dışında kalan tüm eylem ve işlemleri, Yüksek Askeri Şûra kararları ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı yolunun kapalı tutulması, temel hakların en önemlilerinden biri olan "hak arama özgürlüğü"nü tehdit etmekte, aynı zamanda, "idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır" biçimindeki Anayasa'nın 125. maddesiyle bağdaşmamaktadır.
**Hukuk devletinin en önemli öğelerinden birisi olan yargı bağımsızlığının varlığından söz edilebilmesi için, hakimlerin, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre görev yapmaları gerekir. Adli ve idari yargıda görevli hakim ve savcıların mesleğe alınma, atama, nakletme, disiplin cezası verme, yükseltme, meslekten uzaklaştırma, Yargıtay, Danıştay Üyeliklerine seçilmeleri, Yargıtay ve Danıştay Genel Kurullarınca gösterilen adaylar arasından Uyuşmazlık Mahkemesine Üye seçmek gibi çok önemli görevleri bulunan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşum biçimi ve Kurul sekreteryası ile Teftiş Kurulu'nun Bakanlığa bağlı olması, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatını ilkesini zedelemektedir. Yürütme organının temsilcilerinden olan Adalet Bakanı ile Bakanlık Kuruluş Kanunu'na göre Bakanın emrinde olan ve Kurul'un tabii üyesi sayılan Bakanlık Müsteşarına Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşumunda yer verilmemelidir. Bu nedenle Kurul'un yapısı değiştirilerek; Adalet Bakanı ile Müsteşar Kuruldan çıkarılmalı ve Yüksek Kurul kararlarına karşı yargı yoluna başvurabilme olanağı tanınmalıdır.
**Anayasa'nın Geçici 15. maddesinin son fıkrası, Milli Güvenlik Konseyi döneminde çıkarılan kanunlar, kanun hükmünde kararnameler ile 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasa'ya aykırılığının iddia edilemeyeceğini öngörmektedir. Bu fıkra yürürlükten kaldırılarak bu dönemde çıkarılan kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin de Anayasa Mahkemesi'nin yargısal denetimine tabi tutulması sağlanmalıdır.
**Anayasal düzenlemeler, bireyin hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve genişletilmesi için, devlet gücünü kullananların yönetilenlere karşı yetkilerinin sınırlandırılmasını zorunlu kılar. Olağanüstü hal mevzuatında demokratik hukuk devletinin gerektirdiği değişiklikler yapılmalıdır. Bu bağlamda olağanüstü dönemde çıkartılan kanun hükmünde kararnamelere karşı
Anayasa Mahkemesi'nin yargısal denetim yolunu tıkayan 148. madde, bu dönemde temel hak ve özgürlüklerin kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenmesine olanak tanıyan 91. madde ve olağanüstü hallerde yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayan 125. madde değiştirilmelidir.
**Anayasa'da ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usûlleri Hakkında Kanun'da gerekli değişiklikler yapılarak; Anayasa Yargısının asıl işlevine ve konumuna uygun düşmeyen düzenlemeler kaldırılmalıdır. Bu bağlamda siyasi partilerin mali denetimi, yasama ve yürütme erkleri dışındaki bağımsız birimlerce örneğin Sayıştay'ca yapılmalı, denetim sonucu Anayasa Mahkemesi'ne bildirilerek, yaptırım için gerekli yargısal kararların Anayasa Mahkemesi'nce alınması sağlanmalıdır.
Konuşmamın bu bölümünde geçen yıl içinde Anayasa Mahkemesi emekli üyelerinden Sayın Sıtkı Şekip ÇOPUROĞLU ile Sayın Mehmet Şerif ATALAY'ın ebediyete intikâl ettiklerini ifade etmekten büyük üzüntü duymaktayım. Mahkememize çok önemli hizmetler veren değerli büyüklerimize Tanrı'dan rahmet diliyor, aziz anıları önünde saygıyla eğiliyorum.
Geçen yıl Anayasa Mahkemesi Başkanı olan Sayın Ahmet Necdet SEZER'in Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce Cumhurbaşkanı seçilmesi, hukuka saygının göstergesi olduğu gibi, Mahkememiz için de övünç kaynağıdır. Devletin başı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eden, Anayasa'nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözeten, Sayın Cumhurbaşkanı'mıza yeni görevini sağlıkla geçirmesi dileğimle saygılarımı sunuyorum. Ayrıca, yaş sınırına ulaşması sonucu emekliye ayrılan üyemiz Sayın Mustafa YAKUPOĞLU'nun; bundan sonraki yaşamını, sağlık, esenlik ve mutluluk içinde uzun ömürlü geçirmesini temenni ediyorum. Yüce Mahkemede görevler yaparak unutulmaz hizmetler sergileyen çok değerli meslektaşlarımızdan hayatta olanlara da sağlık ve esenlik dileğimi iletiyorum.
Geçmiş yıllardaki kuruluş yıldönümü konuşmalarında ifade edildiği gibi Anayasa Mahkemesi, dün ve bugün olduğu kadar yarınlarda da Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin tam bir yansızlık içinde koruyucusu ve en büyük güvencesi olacaktır.
Tüm konuklara esenlikler dileklerimle saygılar sunuyorum.
Mustafa BUMİN Anayasa Mahkemesi Başkanı |